Abdullah Öcalan’ın tezleriyle tarihsel dönüşüm (1) 2025-05-15 09:01:29   PKK’den Demokratik Toplum'a   HABER MERKEZİ – Abdullah Öcalan’ın ulus-devlet eleştirisi ve kapitalist modernite çözümlemeleri doğrultusunda, PKK’nin tarihi misyonunu tamamlayarak silahlı mücadeleyi sonlandırması; hareketin demokratik toplum paradigmasına dayalı yeni bir aşamaya geçişini simgeliyor.   Kürdistan’daki özgürlük mücadelesinin seyrini değiştiren gelişmeler, PKK’nin 50 yıllık geçmişine damga vurmaya devam ediyor. 1978 yılında kurulan Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK), sadece silahlı bir örgüt olarak değil, aynı zamanda Kürt halkının kimliğinin tanınması ve siyasi çözüm arayışlarının merkezi bir aktörü haline geldiği vurgulanıyor.   PKK’nin mücadelesinde önemli bir dönüm noktası ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısıyla yaşandı. Bu çağrının ardından, PKK 5–7 Mayıs tarihlerinde Medya Savunma Alanları’nda 12. Olağanüstü Kongresi’ni topladı. Kongrede alınan kararlarla birlikte PKK, silahlı mücadele dönemini sonlandırdığını ve örgütsel yapısını feshettiğini açıkladı. Kongre sonuç bildirgesinde “PKK tarihi misyonunu tamamladı” ifadesi yer aldı.   Yeni sürecin teorik zeminini ise Abdullah Öcalan’ın değerlendirmeleri oluşturuyor. Özellikle “Demokratik Uygarlık Manifestosu”nun beşinci kitabında yapılan çözümlemelerle Abdullah Öcalan, PKK’nin kuruluş felsefesi, ideolojik dönüşümü ve bugünkü konumuna dair önemli perspektifler sunuyor.   ‘Sömürge Kürdistan’ kavramıyla ilk yüzleşme   Abdullah Öcalan, "Sömürge Kürdistan" kavramının kendisinde yarattığı ilk tepkiyi şu sözlerle anlatıyor: “Sömürge Kürdistan’ kavramının beynimde ve yüreğimde yol açtığı titreme ve ardından baygınlık geçirmem, ilk ve son olaydı. Gerçekten tuhaf karşılamıştım; ancak bir kavramın neden bu denli etkili olduğunu sonraki gelişmeler gösterecekti. Ama ilk başlardaki etkilenmeyi izah etmek bana hâlâ zor gelmektedir. Kürdistan’ın ve Kürtlüğün ölüm fermanının verildiği ve en koyu biçimiyle yaşandığı dönemde Ankara’da, hem de tek başına kavramsal dirilişe karar vermek, bir romana konu olabilecek denli ciddi bir çözümlemeyi gerektirir.”   Gençlik yılları ve devrimci etkilenmeler   Kendi politik bilincinin şekillendiği gençlik dönemini anlatırken, Türkiye ve Kürt devrimci hareketlerinden etkilendiğini ifade eden Abdullah Öcalan, “Hem Kürt hem de Türk devrimci gençlik hareketleri ortamında bulundum. Bu hareketlerden etkilendiğim açıktır. DDKO ve Dev-Genç’in etkisini hissettirdiği yıllarda, bu oluşumların sempatizanı olmak küçümsenecek bir olay değildi. THKP-C, THKO, TKP/ML-TİKKO isimlerini duymuş, önderlerinin yiğitçe şahadetlerine tanık olmuştum. THKP-C Önderi Mahir Çayan’ın, önce Hüseyin Cevahir’le birlikte Maltepe’de direnişi, Hüseyin’in şehit düşmesi, kendisinin yaralı olarak yakalanması ve cezaevine konulması, ardından cezaevinden kaçışı ve dokuz yoldaşıyla Kızıldere’de şahadete erişmesi oldukça etkileyiciydi. Bu katliamı protesto etmek için SBF’de yaptığımız ilk boykot eylemine önderlik edecek kadar üzerimde etki bırakmıştı. THKO Önderi Deniz Gezmiş ve iki yoldaşının idama götürülüşlerini görmüştüm. TİKKO Önderi İbrahim Kaypakkaya’nın aynı dönemde Diyarbakır Zindanı’nda işkenceye karşı direnerek şahadete ulaşması da etkileyiciydi. Her üç önderin Kürt halk ve ulus gerçekliğini hayatları pahasına dile getirişlerine tanık olmuştum. Şüphesiz, ikinci sırada gelen bir dizi başka etmenle birlikte, gençliğin bağrından çıkan bu önderlerin hakikat uğruna şahadetleri, beni kendi öz gerçekliğim üzerine yürümeye cesaretlendiren temel etkenlerdi” diye belirtiyor.    İlk gruplaşmalar ve PKK'nin doğuşu   O dönemde, grup kurmanın bile başlı başına bir başarı sayıldığını dile getiren Abdullah Öcalan şu ifadeleri kullanıyor: “1970-80 Türkiye’sinde iki kelimeye dayalı siyasal bir kavramla yürüyebilmek ve yaşamak çok önemliydi. Yıllar değil, günler kurşun gibi ağır geçiyordu. Gerçekleşmesi beklenen hedefin kendisi hayalden daha muğlaktı. Fakat grup olmanın bile büyük bir gerçekleştirim olduğundan emindim. En değme emniyet istihbaratçısının gözleri önünde oynanan grup oyunumuzun ciddiye alınmadığını, hatta hafife alındığını ve alaylı karşılandığını tahmin etmek zor değildi. Tıpkı ilk sosyal deneyimimi (Kürt olabiliriz deneyimi) aktardığım köylünün söylediği ‘Sen kuru tahtaya laf anlatıyorsun, bu tahta parçasını nasıl yeşerteceksin?’ sözündeki gibi bir inançsızlıkla karşıladıkları açıktı. Kaldı ki, akranımız olan birçok grup bizleri ‘Yandım Allah Çetesi’ olarak değerlendirmekten geri durmuyordu. UKOCULAR, APOCULAR ilk adlarımız olmuştu bile. Adlandırılmak gurur veriyordu. Tıpkı bir çocuğa ad vermek gibi. Fakat bu adlar kendi öz seçimlerimiz değildi. Grup döneminde kendimize ancak Kürdistan Devrimcileri diyebiliyorduk. Kendimize gerçek ad vermeye ancak grup olarak doğduktan beş yıl sonra cesaret edebildik. Ankara’nın Çubuk Barajı eteklerinde, 1973 Newroz’unda başlayan, çok heyecanlı, mecnun misali geçen yolculuk; 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis Köyü’nde PKK adını almakla sonuçlanınca, kendimizi namusu kurtarmış sayacaktık. Bundan daha büyük hedef mi olurdu? Ne de olsa modern sınıfın modern örgütü kurulmuştu.”   PKK’yi yeniden yorumlama    Abdullah Öcalan, PKK'nin tarihsel olarak yeniden değerlendirilmesini şöyle yorumluyor: “Eğer bugün geriye dönüp PKK’yi yeniden yorumlamaya çalışıyorsak, bunu özne-nesne ayrımını mutlaklaştırmayan, kendisini de mutlaklaştırmamaya özen gösteren felsefi dönüşüme borçluyuz. Özne-nesne ayrımını aşan felsefi dönüşümü küçümsememek gerekir. Postmodernist savrulmalara düşmeden, Marksist yorumları da dahil, kapitalist modernitenin temelindeki felsefenin bütün versiyonlarını aşmak, en büyük düşünce devrimini inşa etmek anlamına gelir. Şüphesiz, henüz bu düşünce devriminin başlangıcındayız. Yine de bu devrimin pratik sonuçları küçümsenemez. Bu çerçevede PKK’yi yeniden yorumlamak; 1970’lerin başlarında hangi dünya koşullarına ve maddi kültür öğelerine dayandığını, yine aynı dönemdeki hangi temel bilinç, örgüt ve eylem formlarını ve manevi kültürü esas aldığını belirlemek, PKK Hareketi’ni doğru tanımlamak kadar günümüzdeki rolünü de daha çok aydınlatacaktır.”   Toplumsal düşünce ve maddi formlar arasındaki bağ   Toplumsal düşüncenin maddi formlarla ilişkisini kuran Abdullah Öcalan, şunları ifade ediyor: “Hiçbir düşünce hareketi insanın içinde yaşadığı maddi formlardan bağımsız olarak gelişemez. Önemli olan, düşüncenin hangi maddi formları yansıttığıdır. Toplumsal gerçeklik söz konusu olduğunda, maddi formların kendileri de düşünce formlarının inşa edilmiş, kurumlaşmış hâlidir diyebiliriz. Toplumsal formlar, dil dahil, düşünce ve zihniyet oranları yüksek esnek doğalar olarak değerlendirilmelidir. Esnek doğalar, düşünce enerjisinin sıkça dönüşüp form kazanmasıyla oluşurlar.”   Kapitalist modernite ve karşıdevrim süreci   1970’lerdeki karşıdevrimleri ve kapitalist moderniteyi değerlendiren Abdullah Öcalan, “Henüz taze olan hatıralarımızdan bilmekteyiz ki, 1970’lerin karşıdevrimi, 1968’lerde zirve yapan antimodernist kültür devrimine karşı geliştirildi. 1970’lerde finans kapitalin egemenlik çağına geçiş, taktığı masum ekonomik dönüşüm maskesiyle izah edilemez. Finans kapitalin egemenliği; iki Dünya Savaşı, tarihin en kanlı yüzyılı olan 20. yüzyılın savaşları, daha da ötesinde son beş yüz yılın sınıfsal egemenlik ve sömürgecilik savaşlarının mirası ve topluma karşı tepeden tırnağa savaş demek olan ulus-devlet iktidarı üzerinde yükselmektedir. Sadece azami kâra bakan, ekonomiyi ekonomi olmaktan çıkaran, bir yandan tüketim çılgınlığını körüklerken diğer yandan açlık ve işsizlik ordularını dağ gibi büyüten bir sisteme veya kaotik düzene dayanmaktadır. Medya hegemonyasıyla insan zihni ve ahlâkının yirmi dört saat bombardımana tabi tutulduğu bir karşı zihniyet ve ahlâksızlaştırma savaşına, insanlık adına son beş yüz yıla devredilmiş ve miras bırakılmış ne varsa ve devrimlerle (özellikle büyük Fransız ve Rus Devrimleri ile) ne kazanılmışsa hepsiyle savaşmaya dayanmaktadır. 1970-1990 döneminin Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Mihail Gorbaçov neokonformizminin, Fransa ve Rusya’nın iki yüz yıllık büyük devrim miraslarının tasfiyesini ifade ettiğini biliyoruz. Finans kapitalin hegemonik güç hâline gelmesinin, dönem olarak neokonformizmle çakışması tesadüf değildir” diye kaydediyor.    Türkiye'de modernitenin bunalımı   Türkiye'nin bu küresel dönüşümlerden nasıl etkilendiğine değinen Abdullah Öcalan, bu durumu şu şekilde özetliyor: “1970’ler Türkiye’si, yavaş yavaş dünya çapında yaşanan devrim ve karşıdevrimin etkisi altına giren bir Türkiye’ydi. Nitekim 1968 Gençlik Devrimi ve 1980’deki ekonomik ve askeri karşıdevrimler (24 Ocak Ekonomik Kararları ve 12 Eylül askeri operasyonları) sonucunda, kalın duvarlar örerek korumaya çalıştığı bu dünyaya dâhil olmaktan kendini kurtaramadı. Dünya çapında yaşanan kapitalist sistem bunalımı, Türkiye’de kendisini Beyaz Türk faşizminin bunalımı olarak yansıttı. Kapitalist modernitenin bunalımı, Türk ulus-devletinin bunalımı demekti.”   Askeri darbeler ve faşist modernitenin tahkimi   Abdullah Öcalan’ın 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine dair tespitleri ise şöyle: “12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sivil faşist unsurların bastıramadığı devrimci hareketlerin ancak askeri darbeyle durdurulabildiğini gösterir. Sistemin bu en muhkem kalesi, sürekli karşıdevrimci sivil faşist hareketlerle takviye edilen askeri darbelerle korunabilmektedir. 1925’ten beri başta Kürt kimliği olmak üzere, faşist moderniteyi tehdit eden tüm kültürel varlıklara ve demokratik kıpırdanışlara karşı savaş hâlinde olan Beyaz Türk komplocu sistemi, açığa çıkıp teşhir oldukça daha da çılgınlaşıyordu. NATO Gladio’sunun en güçlü operasyonel birimlerine sahipti. Tüm siyasi yapılanmaları avucunun içine almıştı. Sınırlı ölçüde bir kontrolden çıkış, ya sivil faşist odaklarla bastırılıyor ya da bu güçler yetmeyince tüm ordu harekete geçiriliyordu.    Proto Siyonist bir sistem olarak rol icra ettiği için, küresel hegemonik güçlerce destekleniyordu. Halkını bu denli kontrole alan başka bir örnek yoktur. Dolayısıyla Beyaz Türk modernitesinin bunalıma girmesi, küresel sistemi yakından ilgilendiriyordu. 12 Eylül faşist darbesiyle bunalımdan çıkılmak istendi. Ekonomik alanda dışa açılma ve küresel finans sistemi ile bütünleşme, ideolojik alanda laik milliyetçilikle birlikte Türk-İslâm milliyetçiliğine yönelme ve laikçi ulus-devleti Türk-İslâm ulus-devletiyle takviye etme temel çıkış politikaları oldu. 12 Eylül darbesi, NATO Gladio’sunun en kapsamlı eylemiydi. Tüm Ortadoğu halklarının devrimci-demokratik eylemlerini kalıcı bir biçimde bastırmakla görevliydi. Günümüze kadar bu rolünü, sistemin tüm sivil faşist odakları ve yarı militer unsurlarıyla birlikte yürütmeye çalışmaktadır. İktidar ve muhalefetiyle tüm siyasal partiler, aynı çarkın birer dişlisi olarak en önemli rolü oynamaktadır.”   PKK’nin oluşumunda ideolojik mücadelenin rolü   Abdullah Öcalan, ideolojik savaşlar ve PKK’nin oluşumuna dair şu değerlendirmeyi  ekliyor: “1970’ler dünyası ve Türkiye’sinde, modern yapılardaki (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm) bunalımla ideolojik mücadelenin ortaya çıkardığı hakikatlerin, PKK’nin oluşumunda önemli payı vardır. Birçok eksiklik ve yanlışlık taşısalar da, mücadele şehitlerinin oluşumdaki payı belirleyici olmuştur.”