Lorena Lacalle İspanya barış deneyimleriyle süreci değerlendirdi

  • 09:04 19 Mayıs 2025
  • Güncel
 
Melek Avcı
 
ANKARA - EFA Başkanı Lorena Lopez Lacalle, Bask ülkelerinin barış deneyimlerinden hareketle, Kürt sorununun çözümüne dair yürütülen süreci değerlendirerek, bu tür barış süreçlerinin büyük bir sabır, özveri ve cömertlik gerektirdiğini vurguladı.
 
Bask Bölgesi, İspanya’nın kuzeyinde ve Fransa’nın güneybatısında yer alan; kendine özgü dili (Baskça) ve kültürü olan bir coğrafya. Tarih boyunca bölge halkının özerklik ve bağımsızlık talepleri güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Bu talepler doğrultusunda, 1959 yılında, Francisco Franco diktatörlüğü döneminde, Bask kimliğini ve dilini koruma amacıyla ETA (Euskadi Ta Askatasuna) kuruldu. 1960’ların sonlarından itibaren silahlı mücadeleye başlayan ETA, İspanyol devleti tarafından “terör örgütü” olarak tanındı. Devlet, örgüte karşı tutuklamalar, yasaklamalar ve uluslararası işbirlikleri yürüttü. 1998’de ETA ilk kez geçici ateşkes ilan etti, ancak süreç kısa sürdü ve çatışmalar yeniden başladı.
 
2006’da, ETA kalıcı ateşkes ilan etti, İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero yönetimindeki hükümetle dolaylı görüşmeler başladı. Ancak aynı yıl Madrid Barajas Havalimanı’nda ETA’nın düzenlediği bombalı saldırı, süreci sekteye uğrattı. 2010 yılında ETA, tüm eylemlerini durdurduğunu, 2011’de ise silahlı mücadeleyi kalıcı olarak bıraktığını açıkladı. Bu adım, İspanya’da barış sürecinin dönüm noktası olarak kabul edildi.
 
Sivil toplumun süreçteki aktif rolü
 
2018 yılına gelindiğinde, ETA kendi kendini feshettiğini ilan etti. Silah bırakma süreci, uluslararası arabulucuların gözetiminde tamamlandı. Bu süreçte özellikle sivil toplum çok aktif bir rol üstlendi. Bask halkı, aileler, barış savunucuları ve “Gernika Platformu” gibi yapılar, barışın kalıcı hale gelmesi için iki tarafa da seslerini duyurmaya çalıştı. İspanyol devleti ise süreci bir “teslimiyet” değil, bir “hukuk zaferi” olarak tanımladı. Ancak tam anlamıyla bir toplumsal uzlaşma yaşanmadı; Güney Afrika’daki gibi bir “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” kurulmadı. Bugün Bask Bölgesi, geniş özerklik haklarına sahip ve siyasi mücadele demokratik yollarla devam ediyor. Norveç, İrlanda ve Güney Afrika gibi ülkeler, özellikle 2011 sonrasında ETA’nın silah bırakma sürecine gözlemci/arabulucu desteği sağladı. Kofi Annan gibi uluslararası figürler, son süreçteki barış konferanslarında yer aldı. Ancak İspanya, süreci tamamen “iç mesele” olarak tanımladığı için resmi müzakereyi reddetti.
 
Avrupa Birliği bünyesinde 47 bölgeci ve otonomcu partiyi bir araya getiren, Avrupa’daki azınlıkları temsil eden Avrupa Hür İttifakı (European Free Alliance / EFA) Başkanı Lorena Lopez Lacalle, Bask ülkelerinin tarihsel barış deneyimleri çerçevesinde Kürt sorununun çözümü için girilen süreci değerlendirdi. 
 
“Öcalan'a, yarattığı Demokratik Konfederalizm fikrine ve Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde elde edilen başarılara büyük bir hayranlık duyuyorum. Avrupa’daki pek çok parti, bu modeli doğrudan adıyla anmasa da Demokratik Konfederalizm’in ilkelerini kullanıyor.”
 
* Abdullah Öcalan 27 Şubat’ta “Barış ve Demokratik Toplum İnşası Çağrısı” yapmıştı. Yıllar süren tecride rağmen gelen bu barış çağrısını nasıl değerlendirmiştiniz?
 
Bu çok olumlu bir adımdı, çünkü artık sadece Kürdistan’da ya da Türkiye’deki Kürt bölgelerinde değil, tüm dünyada barış ve demokrasi çağrısı yapmanın zamanı geldi. Şimdi barışın zamanıdır ve bunun için hepimizin birlikte çalışması gerekiyor. Çağrıyı çok ama çok dikkatli bir şekilde, tekrar tekrar okudum. Hatta geçtiğimiz hafta sonu, Avrupa’daki 39 siyasi partiden oluşan partim Avrupa Hür İttifakı’nın (EFA) kongresinde yaptığım kapanış konuşmasında, çağrıda yer alan bir cümleye atıfta bulundum. Büyük kurultaylarımızdan birinde, ilk kez Sayın Abdullah Öcalan’ın sözlerine yer verdim: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir. Gerçekten de öyledir. Tüm meclis bu sözleri duyduğunda çok olumlu bir izlenim edindi. Çünkü temsil ettiğim EFA partisinin tam da bunun için çabaladığı konusunda herkes hemfikir. Biz buradayız; tüm halklarla dayanışma içinde, tüm halklar için demokratik değerlere dayalı barış ve bir arada yaşamı teşvik etmek amacıyla. Dünyaya, Öcalan gibi ve örneğin 13 Mayıs’ta yaşamını yitiren Pepe Mujica gibi liderleri, yani hayatlarını halklarımızın değerlerini savunmaya ve birlikte yaşamı teşvik etmeye adamış karizmatik insanları,  anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Öcalan'a, yarattığı Demokratik Konfederalizm fikrine ve Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde elde edilen başarılara büyük bir hayranlık duyuyorum. Avrupa’daki pek çok parti, bu modeli doğrudan adıyla anmasa da Demokratik Konfederalizm’in ilkelerini kullanıyor. Benim partim de, Bask bölgesinde bu modeli temel alıyor. Pek çok parti; feminizm, tabandan yukarıya inşa edilen demokrasi, eko-feminizm ve katılımcı süreçlerden söz ediyor. Bu, tam da Öcalan’ın savunduğu şeydir. Dolayısıyla elbette, bu temel demokratik ilkeler konusunda hemfikiriz.
 
“Düşünün: Bask Bölgesi’ndeki şiddete biz son verdik. Çünkü bizim taahhüdümüz, daha ileriye gitmek, hareketsiz kalmamak ve geçmişe takılı kalmadan ilerlemek yönündeydi.”
 
*Bu çağrının ardından aylar geçmesine rağmen Türkiye tarafından Kürt halkının haklarına yönelik somut adımlar atılmasa da, bir dizi görüşme gerçekleştirildi. Peki, Türkiye’nin bu konudaki tutumunu ve çağrıya karşı mevcut pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bugün dünyanın pek çok yerinde savaşlar sürüyor. Bir bakıma savaş yapmak, barış yapmaktan daha kolay. Oysa barış, zaman alan bir süreçtir; bu yüzden çok sabırlı olmamız gerekiyor. Bu, yalnızca zamanla ilgili değil; asıl mesele, sonuçlarla ilgilidir. Önce çok diplomatik ve sessiz bir şekilde, ardından açık ve net biçimde çalışmak zorundayız. Ama bence Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve DEM Parti’den diğer isimlerin doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmeye gitmiş olması, dünya açısından çok ama çok büyük bir adım. Çünkü en azından bir diyalog zemini oluşabildi. Bu, Kürt halkının cömertliği ve kararlılığının büyük bir işareti. Cezaevlerinde hâlâ çok sayıda Kürt siyasetçi - örneğin Selahattin Demirtaş ve binlerce insan - bulunmasına rağmen, Kürtler yine de bir orta yol bulmak için cömertlik gösteriyor. Erdoğan’ın, PKK’nin fesih ve silahsızlanma kararını aldığı ve geçtiğimiz hafta sonu tüm eylemlere son verdiğini duyurduğunda yaptığı açıklamaları da okudum. Erdoğan, bunun bir fırsat penceresi olduğunu söyledi ve demokrasiye, kalkınmaya, barışa ve adalete dayalı bir Türkiye hedefinden söz etti. Erdoğan hakkında ne düşünürsek düşünelim, bu sözlerine kesinlikle katılıyorum.
 
Ancak bu sözleri, çalışmalara başlamak için bir yol işareti olarak kabul etmeliyiz. Bunun üzerine çalışmaya başlamalıyız. Peki, neye ihtiyacımız var? Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum, çünkü Bask Bölgesi’ndeki barış süreçlerinin bir parçasıydım. Biz de bir dönem, sizin gibi çok sayıda teklif, taviz ve sözü gündeme getirmiştik. Ancak İspanyol devleti bunlara hiçbir karşılık vermedi. Sonunda biz, tek taraflı bir adım attık. Silahsızlanmamız, tek taraflı bir kararla gerçekleşti. Düşünün: Bask Bölgesi’ndeki şiddete biz son verdik. Çünkü bizim taahhüdümüz, daha ileriye gitmek, hareketsiz kalmamak ve geçmişe takılı kalmadan ilerlemek yönündeydi. Bana göre bugün Öcalan ve Türkiye’deki Kürt halkı, ileriye gitmenin yolunun bu olduğuna artık tam anlamıyla ikna olmuş durumda. Erdoğan’a gelince… Erdoğan ve hükümeti elbette önemli, ama Türkiye sadece Erdoğan’dan ibaret değil. Türkiye’de çok sayıda insan yaşıyor ve bizim Türkiye’deki herkesle çalışmamız gerekiyor. Sizin de çalışmanız gerekiyor. Ve biz de bu süreçte size destek olmaya hazırız. Bu, hem barışa hem de Türkiye’de demokratik bir devlette, barış içinde bir arada yaşama fikrine verilen samimi bir çağrıya yanıt verme yükümlülüğü doğuruyor. Ve uluslararası kuruluşların da öne çıkması gereken yer tam olarak burasıdır.
 
“Bu da, PKK’nin Avrupa’nın terör örgütleri listesinden çıkarılması yönünde somut adımlar atılması gerektiği anlamına geliyor. Çünkü eğer bu listeleme sürdürülecekse, söylemle pratik arasındaki çelişki büyür.”
 
*12 Mayıs’ta, PKK’nın Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla kongresini topladığını ve örgütün silahlı faaliyetlerini sonlandırdığını açıklaması dünyada nasıl yankı buldu?
 
Avrupa'nın bu konuda hala sessizliğini koruduğunu görüyoruz. Avrupa artık bu sessizlikten çıkmalı. Dünyada pek çok sorun var, evet. Ancak Avrupa'nın, Kürt halkından gelen bu barış çağrısını desteklemesi gerekiyor. İki gün önce Avrupa Parlamentosu’ndaki bazı üyelerin, bu çağrıya destek verilmesi gerektiğini söylediklerini duydum. Bu, umut verici bir gelişme. Avrupa artık bir adım öne çıkmak zorunda. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler (BM) de bu barış çabalarını destekleyeceklerini ifade etti. Bu da, PKK’nin Avrupa’nın terör örgütleri listesinden çıkarılması yönünde somut adımlar atılması gerektiği anlamına geliyor. Çünkü eğer bu listeleme sürdürülecekse, söylemle pratik arasındaki çelişki büyür. PKK'nin varlığı sona ermişse, bu listede yer almasının bir anlamı kalmamıştır. Öte yandan, bizler ikna olmuş demokratlar olarak, Türkiye’deki barış süreci için demokratik bir yasal çerçevenin oluşturulması yönünde, Türk parlamentosunda çalışma yapılması çağrısını desteklemeliyiz. Barış süreçlerinin başarılı olabilmesi için bir takvime ve çoğu zaman da arabuluculuğa ihtiyaç vardır. Bu yüzden, üçüncü taraflara, uluslararası diplomatlara, sürece halihazırda dahil olan siyasetçilere ve topluma seslenen tüm aktörlere, danışmaya açık olmalıyız. 
 
Bana göre diplomasi ile siyaset farklı şeylerdir. Diplomatlar, tüm maddeler üzerinde teknik çalışmaları yürütmeli, zemini hazırlamalıdır. Siyasetçiler ise demokrasiye dair süreci yürütmelidir, çünkü parlamentolar demokrasiyi güvence altına almak için vardır. Bu nedenle, diplomatik çabaların gerçeğe dönüşebilmesi için, demokratik çerçevenin oluşturulması gerekir. Bu, izlenmesi gereken iki paralel yoldur: biri diplomatik zemin, diğeri demokratik inşa. Üçüncü olarak, Bask Bölgesi’nde sivil toplumla çok yoğun çalıştık. Neden mi? Çünkü tüm halkın bilgi sahibi olması gerekiyordu. Yaşanan tüm acıların, kayıpların, travmaların konuşulabileceği forumlar açtık. Hapiste insanlar vardı, işkenceler yaşandı, suikastlar ve ölümler oldu. Bu nedenle, halklar arasında empati geliştirmek zorundayız. Çünkü nefretin iki tarafı da esir aldığı bir ortamda, toplum için en kötü sonuçlar ortaya çıkar. Nefret, sizi acınıza hapseder. Oysa o acıdan çıkmak gerekir. Acı, tüm insanlar için aynıdır; her insan acı hisseder. Bunu anlamadan barış mümkün değildir. Bu yüzden, karşı tarafın pozisyonunu anlamaya çalışmak, empatiyi büyütmek, barış sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır.
 
“Bu süreç, tıpkı iğneyle küçük bir dikiş atmak gibidir; ardından ikinci dikişi atar, her seferinde onu sağlamlaştırır ve böylece bütün yapının ayakta kalmasını sağlarsınız. Şu anda barış teklifi masada ve artık çalışmamız gerekiyor.”
 
*Bahsettiğiniz bu aşamaya gelmek ve toplumu ikna etme süreçleri ne kadar zamanda ilerledi? Türkiye hükümeti sessizliğini korurken insanların güven duygusu da zedeleniyor.
 
Elbette, bu tür bir empati duygusunun oluşması zaman alır. Genel anlamda hem örgüt hem de siyasi partiler, 40 yıllık şiddete son verilmesi gerektiğine karar verdikleri günden bu yana on yıldan fazla bir süre geçti. Ancak burada en önemli şey, barış süreçlerini güvence altına almak. Bu nedenle, küçük ama sağlam adımlar atmamız gerekiyor. Bu süreç, tıpkı iğneyle küçük bir dikiş atmak gibidir; ardından ikinci dikişi atar, her seferinde onu sağlamlaştırır ve böylece bütün yapının ayakta kalmasını sağlarsınız. Şu anda barış teklifi masada ve artık çalışmamız gerekiyor. Çünkü 2015’te değiliz, 2025’teyiz. On yılı geride bıraktık ve artık dünyanın barış kapılarını açması gerekiyor. Bu barış çağrısı sadece Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için hayati öneme sahiptir. Çünkü Türkiye’de sağlanacak bir barışın, Suriye, Filistin gibi bölgeler üzerinde de etkisi olacaktır. Bu, zihinlerimizi barışa odaklamamız için gerekli bir yaklaşımdır, aynı zamanda küresel bir etki yaratma potansiyeli de taşır. Örneğin, yeni Papa 14. Leon’un ilk iki mesajı barış üzerineydi. Bu, bize bir şey söylüyor: Tüm dünyanın barışa odaklanmaya ihtiyacı var. Pervin Buldan da buna dikkat çekmişti; ben de tamamen katılıyorum: Bakın, Türk hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna gibi süreçlerde uluslararası arabulucu olmak istediğini gösterdi. Filistin konusunda da girişimlerde bulundu. Bu, Türkiye’nin coğrafi olarak doğu ile batı arasında bir köprü oluşundan kaynaklanan bir avantaj olabilir. Evet, bu olumlu bir çaba, ancak eğer Erdoğan dünyanın diğer çatışmaları için bir şeyler yapmaya hazırsa, önce kendi ülkesindeki çatışmayla başlamalıdır. Bu da, hiçbir şey yapmamış olmalarına rağmen hala cezaevinde tutulan Kürt siyasi tutukluların durumu ile başlamalıdır. Demokrasilerde arabuluculuk yapmak önemlidir, ama önce kendi ülkenizde demokrasiyi inşa etmeniz gerekir. Türkiye’de, farklı toplumsal kesimlerde demokrasiye duyulan ciddi bir ihtiyaç ve demokrasi yönünde bir irade vardır. İşte bu iradeye kulak verilmelidir. Dolayısıyla, artık işlerin yolunda gitmesi gerekiyor. Bu, 2015’teki gibi bir "deneme" değil, artık bir zorunluluk. Ve herkes süreci izliyor. Unutmayın: Yalnız değilsiniz.
 
“Barış, demokrasi ve adalet; anlamı büyük, rastgele kullanılamayacak kadar derin kavramlardır. Eğer Erdoğan, Türkiye’de özgür ve demokratik bir toplum istiyorsa, bunun yolu Öcalan’ın özgürlüğünden geçiyor.”
 
* Müzakerin bir tarafı olan Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit devam ederken barış ve müzakere süreci ne kadar sağlıklı yürütülebilir?
 
Elbette, Sayın Abdullah Öcalan’ın özgür olması gerekiyor. 27 yıldır yalnızca hapiste değil, ağır tecrit koşulları altında tutuluyor. Oysa artık, liderlerin birbirlerine ihtiyaç duyduklarını fark etmeleri gereken bir eşikteyiz. Erdoğan, süreci güvence altına almak için Öcalan’a ihtiyaç duyduğunu biliyor ve bunu kabul etmeli. Kendi taahhütlerini yerine getirmek, barışı mümkün kılmak için cesur ve cömert adımlar atmalı. Çünkü Öcalan’ın gücü büyük, etkisi vazgeçilmez. Öcalan dışarıda olmalı. Seyahat edebilmeli, insanlarla yüz yüze görüşebilmeli ve herkesi barışın yolunun bu olduğuna ikna edebilmelidir. Yalnızca Öcalan’ı değil, diğer birçok yol arkadaşını ve şahsen tanıdığım, yakın zamanda kaybettiğimiz Önder gibi karizmatik liderleri de düşünüyorum. Çünkü barışçıl liderlere ihtiyacımız var. Öcalan ve diğer barış aktörleriyle birlikte çalışmalıyız ki, bu süreci kalıcı ve demokratik temeller üzerine inşa edebilelim. Bu nedenle, Öcalan’ın bir an önce özgürlüğüne kavuşması ve demokratik bir Türkiye için özgür bir yurttaş olarak çalışması gerektiğine inanıyorum. Nitekim kendisi de bunu her fırsatta dile getirdi. Bu talep hukuka aykırı değil, aksine hukukun gereğidir. Atılması gereken adımlar bellidir. 
 
Güney Afrika gibi örneklerde, bizim ülkemizde de olduğu gibi, bir dönem cezaevinde olan liderlerin bugün parlamentolarda görev aldığını görüyoruz. Çünkü her şeyin tartışılabileceği yer, demokratik forum olan parlamentodur. Bu nedenle barış için, demokratik yollarla ve özgür iradelerle çalışmamız gerekiyor. Ama bu, özgür Öcalan’la mümkün olur. Ve elbette, özgür Demirtaş’la da. Örneğin Demirtaş ne yaptı? 2015’te Öcalan’la görüştü, barışı savundu. Ve o günden bu yana, neredeyse 10 yıldır cezaevinde. Öcalan, ilk serbest bırakılması gereken kişidir. Ve Erdoğan bunu biliyor. Bu nedenle, Erdoğan’dan beklenen, barış için verdiği sözleri yerine getirmesidir. Eğer barıştan, demokrasiden, adaletten söz ediyorsa, ki bu güzel şeydir, şunu da unutmamalıdır: Barış, demokrasi ve adalet; anlamı büyük, rastgele kullanılamayacak kadar derin kavramlardır. Eğer Erdoğan, Türkiye’de özgür ve demokratik bir toplum istiyorsa, bunun yolu Öcalan’ın özgürlüğünden geçiyor.
 
“Şu ana kadar Avrupa Birliği cephesinde ciddi bir adım atılmış değil. Ancak Şubat ayında, Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin 12. Kongresi sonrasında gelen mesajlar üzerine, AB'den ilk kez Kürdistan’da genel olarak, ama özellikle Türkiye’deki barış çabalarını destekleyeceklerine dair bazı açıklamalar duyduk.”
 
* Tüm bu süreç sizlere, AB, hak savunucularına, nasıl yansıyor? Yansımalara ilişkin gözlemlerinizden bahseder misiniz? Çünkü dünya tarihinde ilk defa yenilgisiz olarak bir örgüt çalışmalarına barış için son verdi.
 
Avrupa çok büyük bir alan. Ancak şunu açıkça söyleyebilirim ki, Avrupa Birliği ve Avrupa Komisyonu’ndaki liderler ve devletler sessiz kaldılar. Bu nedenle ben onları, bu eylemsizliklerinden dolayı suçluyorum. Evet, tüm dikkatlerini Ukrayna’ya ve Filistin’e yoğunlaştırdıkları doğru. Ancak burada çok anlamlı bir durum var: Şiddeti durdurmaya, barışa ve demokrasiye yönelmiş bir hareket varken, Avrupa bunun tam tersine bir yol izleyemez. Avrupa, Rusya’ya karşı savaşmak için yeniden silahlanma yolunu seçemez. Aksine, oturup düşünmeli ve kendi temel değerlerine geri dönmelidir. Çünkü Avrupa Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası, barışı ve bir arada yaşamı teşvik etmek amacıyla kuruldu. AB Antlaşması'nda da açıkça barış ve birlikte yaşama ilkeleri yer alır. Bugün bizim de yapmamız gereken, bu değerleri hatırlatmak ve teşvik etmektir. Şu ana kadar Avrupa Birliği cephesinde ciddi bir adım atılmış değil. Ancak Şubat ayında, Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin 12. Kongresi sonrasında gelen mesajlar üzerine, AB'den ilk kez Kürdistan’da genel olarak, ama özellikle Türkiye’deki barış çabalarını destekleyeceklerine dair bazı açıklamalar duyduk. Bu, önemli bir gelişme olabilir. Ama bunun yeterli olması için Avrupa’nın cesur davranması gerekir. Bazı Avrupa liderleri, Erdoğan ile göç, enerji, petrol gibi konularda ekonomik anlaşmalar imzaladı. Fakat ben, bu ekonomik çıkarların, dünyanın herhangi bir yerinde barışı ve demokrasiyi güvence altına alacak siyasal eylemlerin önüne geçmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ekonomik çıkarlar, halkların temel haklarına, topraklarında barışçıl bir şekilde yaşama hakkına gölge düşüremez. Evet, Avrupa bu görevini şu ana kadar yerine getiremedi. Ancak bizler, AB'de ekonomik çıkarların ötesine geçen bir siyaset için baskı yapmaya devam edeceğiz. Çünkü Öcalan’ın da dediği gibi: Bu nedenle hepimiz, demokrasi için çalışmalıyız. Ve unutmamalıyız: Demokrasi, tüm halkların haklarına saygı göstermek demektir.
 
Barışı bir tarafa, demokrasiyi diğer tarafa koyamazsınız
 
Türkiye çoğulcu bir toplum. Bu nedenle, kendi deneyimim üzerinden İspanya ile paralellik kurabileceğimi düşünüyorum. İspanya’da bir arada yaşayan birçok halk var: Katalanlar, Basklar, Galiçyalılar… Biz yıllar sonra ancak saygı görmeye başladık. Ama bugün geldiğimiz noktada, kendi evimizde, her birimiz demokrasi için çok çalıştık. Ve bu çabalar, bizi güçlendirdi. Yaptığımız çalışmalar, İspanya’daki çoğunluğun bizi tanımasını ve bize güvenmesini sağladı. Artık onlar da biliyor ki biz, İspanya’ya karşı değiliz. Biz, İspanya’daki herkes için ilerleme isteyen insanlar olduğumuzu gösterdik. Önceleri bizi “düşman” olarak gören İspanyol hükümeti, bugün bize güveniyor. Bu güveni, gerçeklerle ve kararlılıkla kazandık. Tıpkı Öcalan’ın barış inşası için gerçek irade ve gerçek adımlarla bunu göstermesi gibi. Evet, bu zaman alıyor. Ama sonunda karşılığını alıyorsunuz. Bugün, İspanyol hükümetini iktidarda tutan şeylerden biri, bizim desteğimiz. Düşünün: Basklılar, Katalanlar, Galiçyalılar, pek çok halk şu anda hükümeti destekliyor çünkü hepimiz, İspanya’da daha iyi bir demokrasiye inanıyoruz. Bence Türkiye’nin demokratik bir toplum inşa etme yolculuğu da benzer bir çizgiyi izleyebilir. Evet, zaman alacak. Ve evet, çokça cömertlik gerektirecek. Çünkü biz de başlarken, evde birçok kişi şöyle diyordu: “İspanya umurumda değil. Onlar bizim düşmanımız. Babam hapiste, oğlum öldürüldü…” Bu duygular çok tanıdık. Benim babam da hapisteydi. Ama sonunda anladık ki, her insanın en büyük arzusu, yeryüzünde mutlu ve barış içinde yaşamaktır. Bu, herkes için en temel ve en yüce menfaattir. Ve bu, her şeyden önce gelmelidir. İşte bu yüzden, barış her şeyden önce gelmelidir. Ve unutmayın: Barışı bir tarafa, demokrasiyi diğer tarafa koyamazsınız. Barış ve demokrasi, birlikte yürür.
 
"Bu nedenle her şeyden önce, Türkiye'de barış ve güvenli bir demokrasi için çalışmamız gerekiyor. Önce demokrasiyi konuşalım. Sonra Türkiye’deki halklar, demokratik yollarla ne istiyorlarsa ona kendileri karar vereceklerdir."
 
*Biliyorsunuz Türkiye AB üyesine aday listesinde yer alıyor. Sizce Kürt sorunun çözümü ve demokratikleşme süreci Türkiye’nin AB sürecini hızlandırır mı, etkisi olur mu?
 
Eğer süreç iyi ilerlerse ki ilerleyecek, bir başarı elde edeceksiniz. Ve bu başarı hepimizin olacak. Barış geliyor. Şu anda ilk adımlar atılıyor, ama bu süreç büyüyecek. Ve bu sadece Türkiye için değil, tüm Avrupa için de çok olumlu sonuçlar doğuracak. Avrupa'nın, Demokratik Konfederalizm’in ne olduğunu öğrenmesi ve tanıması gerekiyor. Çünkü bu sistem sadece sizin için değil, tüm toplumlar için çok iyi bir model. Zaten konuşmamıza da buradan başladık: Bizim gibi bazı partiler, Demokratik Konfederalizm’i fiilen uyguluyor. Katılımcı demokrasi, tabandan örgütlenme, ekolojik duyarlılık, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi ilkeleri benimsiyor. Tabii, bu sürecin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı sorusu farklı ve tartışmalı bir konu. Bunu ikincil bir hedef olarak görüyorum. Çünkü Avrupa Birliği, evet, bir birliktir ama Avrupa’daki tüm devletler AB üyesi değildir. Bakın: Norveç, İzlanda, İsviçre gibi ülkeler AB’ye dahil olmadan da Avrupa'nın bir parçası. Avrupa’daysanız, "AB içindeyim" demenize bile gerek yok.
 
Türkiye’nin durumu elbette daha farklı. Coğrafi olarak bir kısmı Avrupa’da, bir kısmı dışında. Ama jeopolitik olarak merkezi bir rolü var. Türkiye’nin bulunduğu konumdan dünyaya bakarsanız, Doğu ile Batı arasında bir köprü olduğunu görürsünüz. Bu nedenle ister AB içinde olsun, ister dışında, önemli olan işbirliğidir. Bu işbirliği hem ekonomik hem siyasi düzeyde kurulmalı. Ve unutmayalım: Ekonomi, siyasetin üzerinde olamaz. Bugün dünyayı kapitalizm yönetse de, sağduyulu bir yaklaşımla, filozoflar, entelektüeller, halk hareketleri ve eşitlikçi yapılarla birlikte siyaset öne çıkarılmalıdır. Bu nedenle ben, Türkiye’nin yalnızca AB ülkeleriyle değil, tüm Avrupa devletleriyle iyi siyasi ilişkiler kurmasının ileriye giden yol olduğunu düşünüyorum. Açık konuşayım: Barış sürecine girmeniz, Türkiye’nin AB üyeliğini otomatik olarak kolaylaştırmaz. Bunlar iki farklı süreçtir. Ve biz, her zaman söylediğimiz gibi, referandum ilkesinden yanayız. Yani Türkiye halklarının, AB’nin bir parçası olmak isteyip istemediklerini oylaması gerekir. Şunu da kabul etmeliyim ki, Türkiye’de herkesin AB’ye üyelik konusunda aynı hayale sahip olduğunu düşünmüyorum. Zaten bu, kısa vadede gerçekleşecek bir süreç değil. En az 5-10 yıl gerektirir. Türkiye, evet, katılım listesinde. Ama bu uzun ve karmaşık bir süreç. Bu nedenle her şeyden önce, Türkiye'de barış ve güvenli bir demokrasi için çalışmamız gerekiyor. Önce demokrasiyi konuşalım. Sonra Türkiye’deki halklar, demokratik yollarla ne istiyorlarsa ona kendileri karar vereceklerdir. Bu, benim fikrim.
 
“Evet, zaman alıyor ama işe yarıyor. İrlanda’da işe yaradı. Bask Bölgesi’nde işe yaradı. Ve eminim ki sizin için de öyle olacak. Çünkü hiç kimse sizi barış talebinizden alıkoyamaz.”
 
*Son olarak, barış ve demokratik toplumun inşası için halklara vereceğiniz en öncelikli mesaj ne olur?
 
Herkesin sizinle birlikte olduğundan, ortaya koyduğunuz cömertliğin ve cesaretin farkında olduğundan emin olun. Öcalan, PKK ve Türkiye’deki siyasi aktörler çok ama çok büyük bir adım attılar. Bizim Bask Bölgesi'nde yaptığımız gibi, şimdi Türkiye’de de herkesle çalışmak, konuşmak, açıklamak, dinlemek, konferanslar ve açık tartışmalar düzenlemek gerekiyor. Bunun Bask Bölgesi’nde çok güçlü bir iyileştirici etkisi oldu. Biz, İrlanda barış sürecini örnek aldık. İrlanda’da, her iki taraftan da mağdurlar bir araya gelerek, yaşadıkları tüm korkunç şeylerin üzerine konuşabildiler, birlikte iyileşmeye çalıştılar. Bu süreç, bizde de benzer bir toplumsal şifa etkisi yarattı. Elbette bugün hala bizimle aynı fikirde olmayan insanlar var. Ama artık, onlarla özgürce konuşabiliyor, kendimizi kötü hissetmeden fikir alışverişi yapabiliyoruz. Bu noktaya gelmek zaman alıyor. Bu; herkesin, politikacıların, PKK’nin, Öcalan’ın, sivil toplumun, arabulucuların ve uluslararası gözlemcilerin katkısıyla mümkün oldu. İşkence, suikastlar, kayıplar gibi zor ama önemli konular üzerine konuşabilmeyi mümkün kılan bu çabalar, aslında barış adına yapılmış çok büyük bir yatırım.
 
Evet, zaman alıyor ama işe yarıyor. İrlanda’da işe yaradı. Bask Bölgesi’nde işe yaradı. Ve eminim ki sizin için de öyle olacak. Çünkü hiç kimse sizi barış talebinizden alıkoyamaz. Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Uruguay eski Devlet Başkanı Pepe Mujica da barıştan yanaydı. Her zaman demokratik toplumlardan söz ederdi. 89 yaşında hayatını kaybetti, ama mücadeleye 15 yaşında başlamıştı. Hayal edin: Hayatının 70 yılını bu ideale adadı. Tıpkı onun gibi, barışı ve demokrasiyi isteyen diğer büyük liderlerimiz gibi… İşte bu yüzden ikna oldum. Ama bu yolculuk için birliğe ihtiyacımız var. Önce birlikte çalışmalıyız. Ve sadece sabırlı değil, çok sabırlı olmalıyız. Çok hoşgörülü olmalı ve her şeyden önemlisi, gülümsemeyi asla bırakmamalıyız. Çünkü gülümsemek birçok kapıyı açar. Barış yolunun sadece Kürt toplumu için değil, tüm toplumlar için geçerli olduğunu anlatmak için, Öcalan gibi, Demirtaş gibi, Mujica gibi karizmatik liderlere ihtiyacımız var. Bu nedenle size, tüm kalbimle başarılar diliyorum. Bu, büyük, çok büyük bir başarı olacak. Ve biz, her zaman olduğu gibi, sizin yanınızdayız.
 
*Pepe Mujica kimdir?
 
"Pepe" Mujica olarak bilinen José Alberto Mujica Cordano,  Uruguaylı bir siyasetçi, eski gerilla savaşçısı ve çiftçidir. 2010’dan 2015’e kadar Uruguay’ın 40. Devlet Başkanı olarak görev yapmıştır. 1960’larda, Küba Devrimi’nden ilham alarak kurulan Marksist-Leninist Tupamaros Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne katıldı. 1972’de yakalandı ve 13 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1973–1985 yılları arasındaki Uruguay askeri diktatörlüğü döneminde, büyük bölümünü tek kişilik hücrelerde geçirdiği, ağır işkencelere maruz kaldığı yıllar yaşadı. 1985’te Uruguay’ın demokrasiye geçişiyle birlikte serbest bırakıldı. Ardından aktif siyasete girdi ve yıllar içinde Latin Amerika’nın en sembolik, en mütevazı liderlerinden biri haline geldi. Pepe Mujica, 13 Mayıs 2025’te, 89 yaşında hayatını kaybetti.