Bir ailenin şahsında Kürdistan hikayesi

  • 09:06 21 Mayıs 2025
  • Kadının Kaleminden
 
“Zulme boyun eğmediler; acıyı bal eylemediler ama acının onları yenmesine de izin vermediler. Mehmed, Emine ve Mikail Çağırıcı’nın hikâyesi, Sur’un üç odalı evinden sürgün zindanlarına uzanan, barış ve direnişle örülmüş bir Kürdistan anlatısı.”
 
Ayşe Gökkan
 
Mehmed, Emine ve Mikail Çağırıcı...
 
Mezopotamya’nın kalbi Kürdistan, Kürdistan’ın can damarı Amed-Sur’u, Dicle’nin kol kanat gerdiği Hevsel Bahçeleri kadar rengârenk bir aile. Üç odalı Sur’un tarihi evinin hikâyeleriyle büyüyen, dokuz çocuklu ailenin Kürdistani rengindeki yaşamları, yarınları inşa ediyor.
 
Kürt gerçeğinin hikâyesidir Mehmed, Emine, Mikail. Babaları, gözü görmeyen ama ahlak, vicdan, insanlık gözleriyle yaşam deneyimi yayan; anneleri, ahlaki ilkelerin otoritesiydi. Taviz vermediği, sıkı sıkıya uyguladığı tek ilke “ahlak”tı. Şimdi o evin üç üyesi, Türkiye’nin dört yanına Mikail’in deyimiyle “hapishane turistleri” olarak dolaştırıldılar. Onlar zulme dayanmayan, direnenlerdir.
 
Destansı varoluşun memleket hikâyesinden bir kesit değil, bütünü birleştiren kardeşler. Mehmed, ailenin ilk çocuğu. Bir elmayı dokuza bölüp paylaştıran, Emine’nin deyimiyle “komüncü”. Hizbi-kontra sistemin paramiliter güçleri Sur’da kol gezerken, 90’lı yıllarda Mehmed’in bedeninde işkence görmemiş tek bir hücresi yoktu.  İnsanın anlatmaya dili varmadığı, gün yüzü görmemiş şiddet yöntemleri altında insanlıktan çıkmış işkencecilerin ta gözlerinin içine baka baka direndi. Düşman hukukunu aşan zulümler uygulandı. Zindanda, faşist doktorlar mesleki etikten yoksun olarak onun sağlığıyla oynadılar.
 
O üç odalı evin, tüm saldırılara dayanan kara taşları kadar çetin ve direngendiler. Sur’un volkanik taşlarının enerjisini yaşama akıtan dört kadın, beş erkek kardeş; ağız dolusu gülüşlerini Sur kuçelerinde, Keçi Burcu’nda, Dicle’nin onurlu akışında doyasıya yaydılar. En mutlu anları, surlarda kovalamaca oynamaktı. Her birinin kitaplara sığmayan direnişleri, bıraktıkları izler o evin duvarlarında, dar ama gönlü geniş yaşam sokaklarında, damdan dama geçip konuk oldukları mahallelerin evlerinde asılıdır.
 
En büyük zenginlikleri, zulme baş eğmemekti. Ekonomileri geçimlikti. Bundan onur duydular. Ailenin: aşçı, demirci, mevsimlik işçi, su satıcısı, fabrika işçisi, tiyatro oyuncusu, gazete dağıtımcısı, belediye çalışanı…
 
Yaşamları Kürdistan’a benzerdi; yoksul değil, zorla yoksun bırakılmayla mücadeleydi onlarınki. Mehmed’in 6, Emine’nin 5 çocuğu oldu. Emine evlenince soyadı Abiş oldu. Mikail ne dayı, ne amca, ne de baba olmak istedi. Tatlı bela özgürlük kavgalarında kardeş, yeğenleriyle yol yoldaş olmayı seçti. Zulüm altında ülkenin özgürlük yolunun taşlarını döşediler. Sevinçleri, üzüntüleri birbirine karışan kıymetli zamanlarda birbirlerine kenetlendiler, göğüs gerdiler. Acıyı bal eylemediler ama acının onları yenmesine de izin vermediler.
 
Büyük annenin vefatının 3. gününde (3 Ağustos 2007), evde gerilla barındırıldığı bahanesiyle baskın yapıldı. Yaşadıkları ev ve eşyaları; çivi, kablo ne varsa suç delili olarak kayıtlara geçirildi. Aradıkları gerillaya rastlanmadı. Kürdistan’da gençlerin ömürlerine doyamadığı, yaşlıların hasret dolu gözlerle toprağa gömüldüğü zamanlardı. Baskında ailenin beş üyesi, çocuklarıyla birlikte gözaltına alındı. Ağır işkencelerden sonra “dostlar pazarda görsün” korumalı mahkemeler, Mehmed’e 34 yıl, Mikail’i müebbet hapse mahkûm etti; diğerlerini bıraktılar.
 
Mehmed’in oğlu Serhat, babasının boşluğunu doldurma görevini üstlendi, yani “komüncü”. Çocukların gözlerini güleç tutma sorumluluğu hiç ihmal edilmeyen bir görevdi. Aile genişledikçe o üç odaya sığmadılar. Ayrı evlere çıksalar da, üç odalı ev ortak konuk olarak hep vazife gördü. Anne, ahlak ilkesi hükümranlığını elden bırakmasa da; anne, baba, kadın, erkek, çocuk bir arkadaş topluluğuna dönüştüler. 
 
Serhat, evin yoldaşıydı. Her sorunu, yaşamın olağan akışında çözme yöntemini elden bırakmazdı. Serhat, Lice’deki sivil itaatsizlik nöbet eylemine katıldı. Gitmeden önce annesine bir kasa domates aldı, Emine halasında yemek yedi. Devlet tüm gücünü toplayıp eyleme saldırınca geri dönemedi, gerillaya katıldı. Annesi, domatesleri yemedi. Gerillaya katılımın sembolü olarak öylece kalsın istedi.
 
Emine, evlenince ayrıldığı Sur’a beş çocuk annesi olarak geri döndü. Artık çocukken sokaklarında oynadığı, tatlı anlaşmazlıkların kavgasını verdiği Mikail kardeşi, komüncü Mehmed abisi yoktu. Ona yoldaş olan, yeğenleriydi. Her anı canlandıra canlandıra, hiç gitmemişler gibi anlatarak yaşadı.
 
En küçükleri Recai, Amed Belediyesi tiyatro grubundaydı. Hamile kadın rolünü oynadı. Kadınların hamileyken çektiği zorlukları canlandırır, aileye özel tiyatro sunumu yapardı. Kadın-erkek eşitliğini böylece konu komşuya da gündem yapardı; “Erkeğe yakışır mı?” yermelerine de söz kurmayı ihmal etmezdi. Recai, anne ve babasını mahalledeki Özgür Yurttaş Derneği’ne götürürdü. Mahalleli, sevecenliğiyle doyamazdı. Yol boyunca gülümsetmediği çocuk, yaşlı, engelli yoktu. Annesi derneğe zarar olmasın diye çayını içmezdi, o da “Derneğin iflasını bir annem engelliyor” diye tiyatro diliyle takılırdı.
 
Oysa anne, evdeki çayı şekeri dernekle kardeş payı yapardı. O kadar içtendi ki, 15 Şubat’ta herkes bir gün oruç tutardı; o üç gün tutardı. (Uluslararası komplo günü) Recai, neşesiyle, hareketli, girişken tavırlarıyla aileye başka bir moral kaynağı olmuştu. 2008’de yapılan zulümlere dayanamayıp o da gerillaya katıldı.
 
Sur direnişi: Yıkımın ve umudun iç içe geçtiği günler
 
Emine, Sur’u bir filmin tüm karelerini defalarca izlemeye doyamıyordu. Kendisini de, kentini de yönetme iradesini beyan eden, bunu anasının ak sütü gibi helal bilen, vazgeçmeyen öz direniş zamanlarında ve bu helalin sonu olmayacak bir destanın ortasında Sur’daydı. Ne evin hatıralarını ne de mahallenin sokağını terk etmedi. Başka türlü nasıl yaşanırdı, nerede yaşanabilirdi ki? Gidecek yer mi kalmıştı? Yaklaşık bir yıl boyunca devlet, tüm gücüyle Sur’a girebilmek için kısa aralıklarla sokağa çıkma yasaklarını kaldırdığı dönemlerde ve en son 103 gün aralıksız uygulanan sokağa çıkma yasağı süresince evinde kaldı.
 
Havadan ve karadan bombalanan ülkenin tarihi yerleri, çocuklar, yaşlılar, engelliler…
 
On binlerce insan bombardıman altında; yiyecek ambargosu, açlık ve ölümle yüz yüze... Komşularıyla birlikte, çocukları koruyup doyurma mücadelesi verdi. 
 
Direniş tarihlerinde bir ilk olan bu cinsiyet örgütlü direniş, NATO gücüyle mücadele ediyordu.
 
Bombalar arasında kalan kalpler
 
Emine, komşularıyla birlikte bombaların arasından çıkmaya çalışırken yüreğini o sokaklarda bıraktı. Geride bırakılanların, sırtındaki tonluk bombalardan daha ağır olduğunu hissetti. Çocukları kucağında daha başını dışarı çıkaramadan, 7 yaşındaki oğlu T.A. elinden alındı. "Örgüt üyesi" olduğu gerekçesiyle götürüldü. Kelimelerin anlamını yitirdiği bu gözaltı anı, yaşamın silinmeyecek tarihi izlerini bıraktı. Zamanın donduğu, battaniyelere sarılı yüreklerin resmi beyninde asılı kaldı. Şokta mıydı, yoksa insanlık mı bu kadar şoklanmıştı, ayıklayamadı. Zulümhaneye mi konuldu, fırlatıldı mı, bilemedi. 14 yaşındaki çocuğunun, aynı anda Şırnak zulümhanesinde olduğunu çok sonra öğrendi. Saldırı altındaki ülkenin, toplumun çocuklarıydılar.
 
Zindanlar ve sürgünler
 
Bir süre sonra anne-kız, Amed Zindanı’nda bir araya gelebildi. Ama bu zulüm de yetmedi. Gece yarısı, Emine bir grup arkadaşıyla birlikte Elazığ’a, oradan da Antalya’ya sürgün edildi. Sürgün edildiği Sur’dan, zulümhanelerin ortasında göz bebeği Serhat’ın, Dersim’deki hava bombardımanında yıldızlara karıştığını duydu.
 
Memed abisini düşündü; Son kez görme hakkının insanlık dışı yasalarla ellerinden alındığını, abisinin “Onun kararına saygı duymak bana düşer” sözlerini hiç unutamıyordu.
 
Zulümhane sürgünü
 
Memed, Emine, Mikail…
 
Kürtler için inşa edilmiş zulümhanelerde, sürgünden sürgüne gönderildiler. Anne ve babalarının uzun yolculuklara çıkamayacaklarına dair raporlar olmasına rağmen, üç çocuklarını Amed’e getirmediler. Onlar da çocuklarıyla cezalandırıldılar. Üç kardeş, anne ve babalarını göremediler.
 
İnancın, kültürün, insanlığın yadsındığı nokta
 
İslam, Yahudi, Hristiyan, Alevi, Zerdüşt, Ezidi, Budist, Ateist… Hiçbir inanç, fikir, felsefe; yakınlarına son görev olarak defin etme ve yas tutma haklarını inkâr etmezken, bu uygulamayı onlara reva görenlerin insan postunda bilinmeyen yaratıklar mı, yoksa insanlık yasalarının dışında başka bir dinden mi olduklarını bilemediler.
 
Barış umudu ve ortak sorumluluk
 
Şimdi; Memed Espiye, Emine Sincan, Mikail Şakran zulümhanelerinde…
 
On yıllardır birbirlerini göremiyorlar. Tüm bu zalimliklerle baş etmenin en büyük dayanağı, bir gün mutlaka barışın kazanacağına olan inançlarıdır.  Acıları ayrıştırmadan, yarışa döndürmeden yol almanın adının Barış ve Demokratik Toplum olduğunun farkındalığıyla, Emine ve onun gibiler; aileler ve kadınlarla birlikte bir kadın hakları savunucusu olarak mücadeleye devam ediyor.
 
Memed, Emine, Mikail…
 
Zulümhane sürgününde annelere verilecek en kıymetli armağanın, barış ve demokratik bir toplum olduğunun farkındalığını, en içten duygularıyla paylaşıyor. Ve herkesi bu mücadeleye çağırma sorumluluğunu elden bırakmıyorlar.
 
Barış çağrısı: Canlara can katalım
 
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum çağrısı, PKK’nin feshi…Onların deyimiyle: “Şimdi yükümüz daha ağır.” Ve o cümle ağızlarından akıveriyor: “Canımızdan can vermeyelim, canlara can katalım...”