'Adalet değil, aklanan erkeklik'

  • 09:05 19 Temmuz 2025
  • Güncel
MERSİN - Kadın katliamlarına ve dava süreçlerine dair konuşan Mimoza Kadın Derneği Mersin Şube Başkanı Çiğdem Göksu, “Yargı sistemi, devletin kendi bakış açısını yerleştirebilmek için bir araç olarak kullanılıyor. Birçok mahkeme kararında, failin ‘iyi hali’, ‘hal ve davranışları’ ya da ‘tahrik edildiği’ gibi gerekçelerle indirim uygulanıyor” dedi.  
 
Kadına yönelik şiddet artık münferit bir suç değil; devletin cezasızlık politikalarıyla sistematik hale gelen, kurumsal bir şiddet biçimine dönüştü. Erkek egemen hukuk düzeni, her geçen gün bir kadının yaşam hakkını gasp eden bu şiddeti görünmez kılmakla kalmıyor, aynı zamanda onu dolaylı biçimde ödüllendiriyor. Her cezasız kalan darp, her hafifletilmiş ceza, her "iyi hal indirimi" bir sonraki kadın katliamın yolunu da açıyor.  Şiddet döngüsü, yalnızca bireysel değil; yapısal ve ideolojik bir işleyişin ürünü haline gelirken, kadın katliamları, "kravatlı" faillere kol kanat geren avukatlar eliyle örgütlenen bir yargı şiddetinin de oluşturuyor. Bu sistem, failleri koruyan bir kalkana da dönüşmeyi sürdürüyor. 
 
Mimoza Kadın Derneği Mersin Şube Başkanı Çiğdem Göksu, kadın katliamları ve davalara dair değerlendirmelerde bulundu. 
 
Şiddeti besleyen sebepler
 
Neredeyse her gün kadın cinayetlerinde ve kadına yönelik şiddette bir artış gözlemlediklerini belirten Çiğdem Göksu, bu artışın en büyük nedenlerinden birinin cezasızlık politikaları ve onu besleyen alt kültürel etkenler olduğunu söyledi. Çiğdem Göksu, “Bu durum cezasızlık politikalarıyla pekiştirilmeye çalışılsa da, yerelde toplumsal açıdan bakıldığında ekonomik nedenleri de şiddeti besleyen bir diğer önemli başlık olarak değerlendirebiliriz. Şu an itibariyle yaptığımız tüm çalışmalarda karşımıza çıkan en büyük neden cezasızlık politikalarıdır” dedi.
 
‘İlan edilen aile yılı kadın ve çocuklar için tehlikeli durumda’
 
Kadınların her zaman siyasetin bir pazarlık konusu haline getirildiğine dikkat çeken Çiğdem Göksu, “Bu durum genellikle kadınların kazanılmış haklarının geri alınması şeklinde karşımıza çıkıyor. En son seçim sürecinde bunu çok net bir şekilde gördük. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi bir pazarlık konusu yapılmıştı. 6284 sayılı yasa ise aile içi şiddete karşı kadınları, kız çocuklarını ve genel olarak tüm bireyleri koruyan kapsamlı bir yasa. Ancak bu yasa da son dönemde bir pazarlık unsuruna dönüştürüldü. Bu politikalar, iktidarın kendi varlığını sürdürme stratejilerinin bir parçası haline gelmiş durumda. Bugün baktığımızda, yasal süreçler dahi iktidarın ihtiyaçlarına göre şekillendiriliyor. Aile Yılı ilanı bunun somut örneği. Bu çerçevede kadınları eve hapseden, kız ve erkek çocuklarını ikili cinsiyet rolleriyle sınırlayan ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten bir çalışma yürütülüyor. Aile içinde kadının, erkeğin ve çocuğun rollerini önceden tanımlayan otoriter bir sistem inşa edilmeye çalışılıyor” diye belirtti. 
 
‘Aile yılı tehlikeli bir süreç’
 
Çiğdem Göksu, sistematik olarak yürütülen bu politikaların özellikle nüfus planlaması üzerinden kadınlara dayatıldığını da vurgulayarak, “Nüfus politikaları üzerinden geliştirilen her adım, kadınların iş gücünden uzaklaştırılması ve eve hapsedilmesi anlamına geliyor. Bu nedenle bizim bu sistemi kabul etmememiz gerekiyor. Aile Yılı adı altında yürütülen bu yaklaşım, kadınlar ve kız çocukları için son derece tehlikeli bir süreçtir ve bu sistemin tüm boyutlarıyla tartışılması gerektiğini düşünüyoruz” şeklinde konuştu.  
 
‘Yasaların gereklilikleri yerine getirilmiyor’
 
İstanbul Sözleşmesi feshedilmeden önce de gereklerinin tam anlamıyla yerine getirilmediğine dair eleştirileri hatırlatan Çiğdem Göksu, şunları söyledi: “6284 sayılı yasa var, aileyi koruyan başka yasalar da var; ancak bunlar zaten hiç uygulanmıyor. Bizim gibi kurumların sahada ya da mahkeme süreçlerinde yaptığı savunmalar iki başlık üzerinden yürütülüyordu: İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa. Mahkeme süreçlerinde bu iki dayanak birbiriyle bağlantılıydı. İstanbul Sözleşmesi’nin kararları, 6284'ü de besleyen temel metinlerdi. Evet, İstanbul Sözleşmesi yerel mahkemelerde ya da üst mahkemelerde uygulamada sorunlar yaratıyor olabilir; ama biz yine de savunmalarımızı bu sözleşmenin ilkeleri üzerinden inşa ediyorduk. Şimdi sözleşmenin iptaliyle birlikte, 6284 daha çok aile içi şiddetle ilişkilendirilen yegâne dayanak haline geldi. Şu anda kadınlar şiddete uğradığında ya da bu şiddet cinayetle sonuçlandığında, avukatlarımız yalnızca 6284’e dayanarak savunmalarını sürdürüyor.”
 
Mersin genelinde izlenilen davalar 
 
Çiğdem Göksu, Mersin genelinde izledikleri davaya dair şu bilgileri paylaştı: “Avukatlarımızın vekâleten yürüttüğü davalar birebir takip ediliyor. Ne yazık ki ortada çok net bir gerçek var: Biz çoğu zaman sahada ‘erkek devlet yargı sistemi’ diyoruz. Çünkü yargı sistemi, devletin kendi bakış açısını yerleştirebilmek için bir araç olarak kullanılıyor. Bu nedenle siyasetin ve devlet aklının da bu yönde kararlar aldığını gözlemleyebiliyoruz. Birçok mahkeme kararında, failin ‘iyi hali’, ‘hal ve davranışları’ ya da ‘tahrik edildiği’ gibi gerekçelerle indirim uygulanıyor. Şimdiye kadar izlediğimiz davalar arasında, kasten yaralamaya çevirdiğimiz dosyalar da oldu. Bir vakada, polis olay yerine ‘yaralama’ olarak geldiği halde, 16 yerinden bıçaklanan bir kadının dosyası ‘basit yaralama’ olarak tutulmuştu. Dernekler ve bu alanda çalışan kadın örgütleri olarak davaya müdahil olduk ve bu sürecin sonunda dosyanın ‘kasten yaralama’ olarak tanımlanmasını sağladık. Bu bizim için önemli bir başarıydı; çünkü her davada elde ettiğimiz olumlu sonuçlar, sonraki davalar için emsal teşkil ediyor.”
 
‘Hukuk sistemi şiddeti tam olarak tanımlayamıyor’
 
Evli oldukları erkekler tarafından katledilen Pınar Bayrak ve Seher Aktekin’in mahkeme süreçlerine değinen Çiğdem Göksu, “Bu davalar, doğrudan avukatlarımızın ilgilendiği dosyalardı. Pınar, eşi tarafından sistematik şiddete maruz bırakıldıktan sonra dövülerek katledilen bir kadın arkadaştı. Dava sürecini takip ederken gerçekten kan dondurucu detaylarla karşılaştık. Geçtiğimiz hafta Pınar’ın davasında karar çıktı ve ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Bu bizim için sevindirici bir gelişmeydi; ancak ne yazık ki hâlâ yargı sisteminde ‘kasten işlendiği’, ‘hunharca işlendiği’ gibi ifadeler kullanılmıyor. Bu dilin eksikliği, hâlâ sistemin şiddeti tam olarak tanımlayamadığını gösteriyor. Yine de ağırlaştırılmış müebbet cezası önemli bir adımdı. Seher de eşi tarafından katledildi. Üstelik bir bayram günü, çocuklarının ve ailesinin gözleri önünde. Son mahkemede Seher’in hamile olduğu da ortaya çıktı. Yani bu davada aslında iki kişinin katledilmesi söz konusu. Mahkeme heyetinin bu gerçeği göz önünde bulundurarak karar vereceğini düşünüyoruz. Karar duruşması Eylül ayına ertelendi. Umuyor ve diliyoruz ki dava ağırlaştırılmış ceza ile sonuçlanır. Kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin son bulmasını istiyoruz. Ancak bunun için sadece temenniler yetmez. Bu suçların cezasızlık politikalarıyla beslenmediği, asıl faillerin hak ettikleri cezaları aldığı, ‘bir gün yatarım, ertesi gün çıkarım’ mantığının tamamen ortadan kalktığı bir yargı süreci istiyoruz. Bu nedenle yasal süreçlerde ağırlaştırılmış cezaların uygulanması, adaletin tesisi açısından son derece önemlidir” şeklinde konuştu. 
 
“Kadının hakları yargı paketlerine sığdırılmamalı’
 
Türkiye’de her yasal sürecin bir yargı paketine sığdırıldığını söyleyen Çiğdem Göksu, şiddet meselesinde de aynı yöntemin izlendiğini dikkat çekerek, “Her yeni yargı paketi açıklandığında kadınlar, hangi haklarının tırpanlandığı ya da ellerinden alındığı korkusuyla yasa maddelerini endişeyle takip ediyor. Bizim arzumuz; meclise temsilcimiz olarak gönderdiğimiz kişilerin, yerellerde kadınları ve çocukları dinleyerek, seçim öncesi tüm kurumlarla istişare ederek verdikleri sözleri tutmalarıdır. Kadına yönelik şiddetle mücadelede yargı paketlerine sıkıştırılmış çözümler değil, yaşam hakkımızı güvence altına alan, indirimsiz cezalarla uygulanan, İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden dönülmesini sağlayacak etkili politikalar istiyoruz. Şu an geldiğimiz noktada, kadınların kendi evlerinde dahi güvende hissetmediği bir sistemin yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle kadın öz örgütlülüğünün güçlenmesi büyük önem taşıyor. Kadınlar, kendilerini ifade ettikleri alanlarda güvende hissedebiliyor. Biz bu alanları oluşturduğumuzda, en büyük kazanımlarımızdan biri de kadınların kendi ana dillerinde kendilerini ifade edebilmeleriydi. Bu alanların doğru temelde işleyip işlemediği, kadın özgürlük mücadelesinin niteliğini doğrudan etkiliyor” sözlerini kullandı.