Çiğdem Doğu: Toplumsal sözleşmenin oluşturulması şart

  • 13:54 14 Ağustos 2025
  • Güncel
 
HABER MERKEZİ - KJK Yürütme Konseyi üyesi Çiğdem Doğu, halklar arasında barışın ve özgürlüğün kalıcı olabilmesi için demokratik temelde yeni bir toplumsal sözleşmenin inşa edilmesi gerektiğini vurguladı.
 
Kürdistan Kadın Toplulukları (KJK) Yürütme Konseyi üyesi Çiğdem Doğu, katıldığı Medya Haber Tv’nin özel programında sürece dair Meclis’te kurulan komisyonun önemine, kimi partilerin sürece karşıt yaklaşımlarına ve Suriye ile Kuzey ve Doğu Suriye’deki gündemlere ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
 
Çiğdem Doğu’nun konuşması şöyle:
 
“15 Ağustos’un 41. yıl dönümü. Mücadelemizin gelmiş olduğu bu düzeyle birlikte 15 Ağustos’u yeniden anlamlandırmak; başta, o gün ilk kurşunun sıkılmasına vesile olan ve komutanlığını yapan Heval Egîd’i, tüm devrimci şehitlerimizi anmak, bizim açımızdan elbette temel bir görev ve sorumluluk olmaktadır. 15 Ağustos, Türkiye’de ve Kürdistan’da, aslında Kürt inkarının aşılmasının başlangıcını ifade etti. O ilk kurşun hem Kürt halkında hem de Ortadoğu halklarında var olan korkunun kırıldığı, yıkıldığı bir günün sembolü oldu.
 
Bu yönüyle, bugün geldiğimiz düzeyde 15 Ağustos’u böyle anlamlandırıyoruz. Yani, Kürt inkârının aşıldığı; Kürt halkı, halklar ve kadınlar açısından özgürlük değerlerinin ortaya çıktığı bir özsavunma, savaş süreci olarak yaşandı. Elbette bu mücadele sürecinde binlerce, on binlerce şehidimiz oldu.
 
Başta Heval Egîd ve Heval Zîlan şahsında; şehadetleri ilan edilen Heval Sofî ve Heval Koçero şahsında tüm devrim şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. Gerçekten, bugün biz barış ve demokratik toplum sürecinden bahsedebiliyorsak; bugün Kürt halkının yaratmış olduğu değerlerin yeni bir sürece doğru gidişinden, özgürleşme sisteminin inşasından söz edebiliyorsak, bunu her biri birbirinden değerli ve anlamlı şehitlerimize borçluyuz.
Ve elbette bu mücadelenin başarıya, nihai sonuca ulaşması, onlara vereceğimiz en temel cevap olacaktır.
 
Komisyon oluşturulması çok önemli olmakla birlikte, esas olarak bu komisyonun, 100 yıllık hatta 100 yılı da aşan süreçler içerisinde ortaya çıkan Kürt inkarını, halklar karşıtlığını, kadın karşıtlığını ve aslında demokratik değerler karşıtlığını ne ölçüde aşacağı; bunlara ne kadar çözüm teşkil edeceği en önemli noktadır. Biz elbette buraya bakıyoruz; yoksa bir adım atılması anlamında manidardır ve tarihi bir öneme sahiptir.
 
1921 Anayasası’nı ve o dönemdeki süreci biliyoruz. O dönemde tartışılan, oluşturulan bazı komisyonlar ve çalışmalar vardı. Yine Koçgirî İsyanı sürecinde kısmi bazı çalışmalar yapıldı. Ancak bu biçimde gerçekleşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye devleti açısından bir ilki teşkil etmektedir.
 
Komisyonun bu anlamda çok bilimsel ve stratejik bir yaklaşım içerisine girmesi gerekir
 
Türkiye devletinin yeni bir sürece evrilmesi bakımından çok önemli ve tarihseldir. Fakat değerlendirmelere baktığımızda, oldukça dar ve kısıtlı bir bakış açısı görüyoruz. Devlet yetkilileri bu süreci ‘terörsüz Türkiye’ olarak tanımladı. Biz ise ısrarla ‘şiddetsiz Türkiye’ olarak tanımladık; çünkü kendi tanımımızın daha isabetli ve doğru olduğuna inanıyoruz. Zira 15 Ağustos sürecine yaklaşıyoruz. Peki, bu 15 Ağustos neden oldu? İlk kurşun neden Kürdistan’da sıkıldı? Çünkü çok derin ve sistematik bir inkâr vardı. Kürt varlığının inkârı, çok ağır bir sömürgeci anlayışla; hatta klasik sömürgecilik dediğimiz anlayışın da ötesinde, kendine özgü bir sömürgecilik tarzıyla yaşandı. Bunun karşısında bir isyan olarak 15 Ağustos ortaya çıktı. Bu durumu ‘terörsüz Türkiye’, ‘teröristler silah bırakacaklar, indirecekler, şuraya yapacaklar’ gibi klasik ve dar yaklaşımlarla ele almak, sorunu çözmek bir yana, asıl sorunun yanına bile yaklaşmamak anlamına gelir. Umut ediyoruz ki komisyon, meseleyi bu şekilde ele almaz.
 
Komisyonun bu anlamda çok bilimsel ve stratejik bir yaklaşım içerisine girmesi gerekir. Önder Apo da bunu birçok kez ifade etmiştir. Dönem dönem Devlet Bahçeli’nin de buna atıf yaptığı olmuştur. Ancak biz biliyoruz ki Önder Apo, 1990’lı yıllardan itibaren Kürt ve Türk halklarının stratejik ittifakından söz etmiştir.
 
Malazgirt’le başlayan bin yıllık bir tarih var. Bu tarihin yaklaşık 800-850 yılı, daha çok ittifak temelinde, üstelik daha pozitif bir ittifak temelinde gelişen bir süreçtir. Ancak özellikle son 100-150 yıl, daha net olarak ifade edersek; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana geçen 100 yıl, çok ağır ve kanlı bir savaş biçiminde gelişmiş, büyük travmalara yol açmıştır.
 
Dolayısıyla komisyonun, sadece güncele bakarak değil; bilimsel ve tarihsel bir perspektifle hareket ederek, tarihte tutunacağımız değerleri ve reddedeceğimiz durumları net biçimde tespit etmesi gerekir. Bu sayede hem güncelde Kürt sorununu nasıl çözebileceğimiz hem de ortaya çıkan diğer büyük sorunlara tek tek nasıl çözüm geliştirebileceğimiz belirlenebilir. Bu açıdan komisyonun öncülük etmesi gerekir; Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde kurulmuş bir komisyon olarak elbette böyle bir rolü vardır.
 
Önder Apo ile görüşmek gerekiyor
 
Burada en başta şunu söylemek gerekir: Bunu yapabilmesi için komisyonun mutlaka Önder Apo ile görüşmesi, tartışması ve onun ortaya koyacağı perspektifi dikkate alması gerekecektir. Çünkü Önder Apo, herhangi bir siyasi parti ya da kurum temsilcisi gibi ele alınacak biri değildir. Ortaya koyduğu bir barış ve demokratik toplum statüsü vardır.
 
Eğer bu statüyü bir binaya benzetirsek, Önder Apo bu binanın direği gibidir; onu ayakta tutan temel güç konumundadır. Bu nedenle öncülük ve önderlik rolü tartışmasızdır.
 
Dolayısıyla Önder Apo’nun hem Kürt sorununun çözümündeki hem de Türkiye Devleti’nin demokratikleşmesindeki rolü, hatta yeni bir yüzyıla ve yeni bir binyıla girerken Türkiye Cumhuriyeti’nin vizyonunun ve içeriğinin belirlenmesinde oynayacağı rol çok kritiktir. Kürt sorunu çözülmeden ve Türk-Kürt halklarının stratejik birliğini demokratik temelde gerçekleştirmeden Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği olur mu, ya da nasıl bir gelecek olur? Bu, son derece ciddi bir sorudur.
 
Önder Apo’nun manifestosunda ve daha önceki değerlendirmelerinde ortaya koyduğu görüşler, çok büyük ve önemli tespitler barındırır. Önderlik, bu çalışmaları ciddiyetle yapmaktadır. Bu temelde, önümüzdeki süreçte komisyonun da Önder Apo’nun görüşlerini dinleyerek ve ciddiye alarak yaklaşımlarını belirlemesi, çalışmalarını yürütmesi, başarısının temel ölçütü olacaktır. Biz komisyonun çalışmasına bu şekilde bakıyoruz. 1 Ekim’de bu süreç başlayacağı zaman, aslında Bahçeli’nin çağrısı da o yöndeydi. Önder Apo için ‘Gelsin, mecliste konuşsun’ çağrısında bulunmuştu. Yani bu komisyon içerisinde de Önder Apo’nun aktif şekilde yer alabilmesi, komisyona görüşlerini iletebilmesi için koşulların uygun olması gerekiyor.
 
Bu sorun yalnızca Kürtler etrafında şekillenmedi
 
Peki, Önder Apo’nun koşullarında bir değişiklik var mı? Şimdi, Önder Apo’nun durumunda zaten herhangi bir değişiklik yok; bunu herkes biliyor. Fakat biz Hareket olarak duruma şöyle bakıyoruz: 100 yıllık, bu kadar ağırlaşmış bir Kürt sorununun çözümünden bahsediyoruz. Elbette bu sorun yaşanırken mesele yalnızca Kürtler etrafında şekillenmedi; genel anlamda bütün halklar açısından yaşanan bir sorun hâline geldi.
 
Türkiye, antidemokratik bir devlet olarak, neredeyse her 10 yılda bir darbelerin yaşandığı bir tarihsel süreçten geçti. Kadınlar açısından baktığımızda da, yaşananlar çok ağır bir dönem ve yıllar silsilesi olarak kayda geçti. Şimdi böylesine önemli ve tarihsel bir konuyu ele alırken, bu konuda belirleyici, önderlik pozisyonunda olan bir kişinin –yani Önder Apo’nun– hala tutsak, esir konumunda olması elbette kabul edilebilir bir durum değildir. Eğer gerçekten çözüm yaklaşımı olacaksa, ilk yapılması gereken, olumlu bir atmosfer oluşturmak, bunun zeminini yaratmaktır. Aslında yasalar da buna müsaittir. Önemli olan bunu hayata geçirmektir.
 
Bu öyle imkânsız bir şey değil; yapılamaz, olmaz denilecek bir durum değildir. Ancak mevcut durumda, fiziki özgürlüğü açısından herhangi bir gelişme söz konusu değildir.
 
Şimdi bu süreç komisyon aşamasına geldi. Biz, bunun olumlu bir gelişme olduğunu söyledik. Ancak komisyonun daha ileriye gitmesi ve başarıya ulaşması için Önder Apo’nun özgürlüğü şarttır.
 
Mesele, pazarlık değil; sürecin doğru örülmesi
 
Biz ‘şart’ kelimesini kullanınca, bazı ulusalcı kesimler ‘şartlarını dayatıyorlar’ gibi yorumlar yapıyor. Bu, açıkçası çok dar ve sığ bir yaklaşım. Bu mesele, pazarlık masasına yatırılacak, şartlar listesi halinde sıralanacak bir konu değildir. Kürt meselesinin çözümü, pazarlıkla değil, demokratikleşme ve özgürleşme çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur.
 
En azından biz hareket olarak böyle bir ahlaka sahibiz. Kendimizi sosyalist, komünist bir hareket olarak tanımlıyoruz; bugüne kadar da bu kültürle geldik. Mücadelenin biçimi değişebilir, ama cevheri, özü budur. Dolayısıyla Önder Apo açısından da mesele, pazarlık değil; sürecin doğru örülmesi, demokratik zihniyetin gelişmesi ve halklar açısından doğru bir yerde durulması meselesidir.
 
Kadınlar açısından, kadın özgürlüğü açısından da bu çok önemlidir. Önder Apo, bu konulara ömrünü adamış, günün 24 saatini buna vakfetmiş, fedai bir devrimcidir. Hala bunun bedellerini ödemeye devam ettiği için İmralı’dadır.
 
Eğer gerçekten iyi niyetli ve ciddi bir yaklaşım varsa, bin yıllık kardeşlik denilen şeyin önündeki, özellikle de son yüzyılda döşenmiş ‘mayınlar’ temizlenecekse, bunun en stratejik adımlarından biri Önder Apo’nun özgürlüğü olacaktır.
 
Biz Kadın Hareketi olarak da, genel hareket olarak da böyle yaklaşıyoruz. İnanıyoruz ki, eğer süreçte çözümleyici bir yaklaşım varsa, bu adımlar atılacaktır. Aksi ise, sürecin olumsuz bir zeminde yeniden çözümsüzlüğe gittiğinin işareti olacaktır. Biz bunu böyle okuyoruz ve böyle okunması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu hem devlet yetkililerinin hem hükümet yetkililerinin hem diğer siyasi partilerin hem de halkların bilmesi gerekir. Bu ciddiyetle hareket edilmelidir. Önder Apo’nun durumu, bizim açımızdan bu kadar belirleyici ve stratejik önemdedir.
 
Türkiye coğrafik olarak, Ortadoğu’da çok stratejik bir konumda yer almaktadır. Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, binlerce, on binlerce yıldan beri böyle bir kilit role sahiptir. Ancak bu kadar önemli bir stratejik role sahip olmakla birlikte, neden bu kadar zayıf ve dışa bağımlı bir ülke konumundayız? Neden bugün, AKP iktidarı ile gelinen süreçte ekonomi çökmüş, sosyal yaşam çökmüş durumda; yaşamın neresine bakarsan aile yaşamı çökmüş durumda. Kadınlar artık yaşayamaz, nefes alamaz bir noktaya gelmiş durumda. Eğitim sistemi de çökmüş durumdadır; en son sahte diploma meseleleri bunun en somut örneklerinden biridir. Profesörlerden tutun çeşitli alanlardaki diplomaların sahte olduğu tartışılmaktadır. Nereye el atsanız, yolsuzluk, dolandırıcılık ve sahtekarlık karşınıza çıkmaktadır.
 
Peki, neden böyle bir durumda bulunuyoruz? Uçuruma gelmiş, tam da uçurumdan düşecek bir ülke konumundayız. Bunun temel nedeni, Kürt sorunudur; Türk devletinin Kürt halkı karşısındaki duruşudur, Kürt halkının varlığını inkâr etme anlayışıdır.
 
1924 Anayasası, yani ‘24 Anayasası’, Fransa’nın 2. Cumhuriyet dönemi anayasasından ve Polonya Anayasası’ndan esinlenerek hazırlanmıştır. Sonrasında kimi rötuşlar yapılmış, bazı eklemeler ve çıkarmalar olmuş olsa da esas olarak 100 yıl öncesine dayanan bir anayasa niteliğindedir. Bu anayasa, tamamen Kürt ve halklar karşıtlığı temelinde, Türk kimliğinin hakimiyeti üzerine inşa edilmiştir. Bu anayasa, Türkiye’yi bugün uçurumun kenarına getirmiştir; daha da düşeceği bir pozisyon söz konusudur.
 
Peki, bu sorunda ısrar edersek, Kürtleri daha fazla inkâr eder, imha eder, daha fazla asker, uçak, keşif yaparsak bu ülkeyi uçurumdan kurtaracak mıyız, yoksa daha hızlı bir biçimde tepe taklak mı edeceğiz? İşte sorun budur.
 
TKP öncülüğünde, bazı ilginç isimlerin de katıldığı imzacılar bir bildiri yayınlamıştır. Bu durum, solculuk veya devrimcilik adına yapılan bir girişim olarak değerlendirildiğinde oldukça trajiktir. Devrimcilerin görevi, böylesi bir yaklaşım olamaz. Ulusalcı, milliyetçi ve şovenist gelenekler, bu anayasa ve Türklük sözleşmesi ile Türkiye’de derinleşmiş durumdadır. Buna dur denilmesi ve alternatif bir sözleşme geliştirilmesi gerekir. Böyle olursa, uçurumun kenarından Türkiye kanatlanabilir.
 
Önder Apo, manifesto ve yıllardır ortaya koyduğu çalışmalar ile bu formülü göstermektedir. Türkiye, çok jeopolitik ve stratejik bir önemdedir; bu sorunu çözen, demokratikleşen ve özgürleşen bir yönetim biçimini halklar arasında bir sözleşme geleneği ile birleştiren bir pozisyonda olursa, kim tutabilir Türkiye’yi? Demokratikleşen ve halklarla stratejik ittifak temeli üzerine kurulu bir Türkiye, ciddi bir gelişim sağlayacaktır.
 
Ancak şu anda, kendisini milliyetçi olarak tanımlayan partiler –İYİ Parti ve Zafer Partisi başta olmak üzere– Türkiye’de büyük bir ekolojik yıkıma imza atmaktadır. Tarım arazileri yakılmakta, maden yasasıyla birçok zeytinlik yok edilmektedir. Halkın izni olmadan yapılan bu yıkım, Türkiye’den Kürdistan’a kadar uzanmaktadır. İnsanlar köylerinden, yurtlarından edilecek ve göç etmek zorunda kalacaktır.
 
Tüm bunlara sessiz kalan bir milliyetçilik, gerçekten yurdunu seven bir milliyetçilik midir, yoksa çatışmayı ve şovenizmi yükselten bir anlayış mıdır? Bu çok önemli bir sorudur ve üzerine tonlarca kitap yazılması gereken bir meseledir. Türkiye’ye milliyetçilik mi, yoksa yurtseverlik mi gerekir? İnsanlarının, toprağının, ormanının, suyunun ve kadınlarının haklarını gözeten bir yurtseverlik mi, yoksa Zafer Partisi ve İYİ Parti gibi milliyetçilik borazanını öttüren liderler mi?
 
İnsanlar artık nefes alamaz, kadınlar kendilerini güvenlik içinde hissetmeden sokakta yürüyemez durumdadır. İnsanlar fakir ve düşürülmüş bir şekilde yaşam mücadelesi verirken, ülke yönetiminde milliyetçilikten dem vurmak, sahtekarlık ve yolsuzluk varken ‘ben milliyetçiyim’ demek kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
 
Yurtsever bir kimlik oluşturulmalı
 
Senin milliyetçiliğinin anlamı nedir? Bu gerçekten tartışılması gereken bir durumdur. Bizce, Türk-Kürt kardeşliği ve stratejik ittifakı gelişecekse, milliyet olgusunu yeniden tartışmak gerekir. Son zamanlarda da ‘Türk mü, Türkiye mi?’ tartışmaları gündeme geliyor. Peki, ne fark ediyor? Örneğin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ele alalım; neden ‘Türkiye’ deniyor? Çünkü Türkiye’dir. Bu coğrafya 100 yıl önce böyle tanımlanmış, böyle adlandırılmıştır.
 
Peki, ‘Türkiye halkları’ dense ne kaybedilecek? ‘Kürt halkı’ dense, Türk, Türkmen, Laz, Arap gibi kimlikler ne kaybedecek? Hiçbir şey kaybetmez. Yani böyle yapay, üstten dayatılan bir Türk kimliği oluşturulmuş ve bunun etrafında bir rant çevresi oluşturulmuştur. Bu, ‘ülkemi seviyorum’ söylemiyle, çakıl taşından tutun her şeye kadar bir gösterge yaratmak amacıyla yapılmıştır. Ortada bölen bir durum yoktur, ama bu söylem ve rant çevresi üzerinden siyaset geleneği oluşturulmuştur.
 
Yeni bir sürece gireceksek, bu zihniyeti çözümlemek ve tartışmak gerekir. Sormak gerekiyor: Sen nasıl bir milliyetçisin? Ormanların cayır cayır yakılıyor; maden şirketleri, çeşitli özel şirketler, rantçılar tarafından bu talan sürüyor. Kürdistan’da da, Türkiye’nin diğer bölgelerinde de ormanlar yakılıyor, kesiliyor. Susuzluk ciddi bir tehlike olarak yaşanıyor. Bu felaketler sadece çevre ve iklimle ilgili değil; bunların temelinde bir rant politikası yatıyor.
 
Peki, sen milliyetçiyim diyorsun; niye bunun önüne geçmiyorsun, niye hesap sormuyorsun? Çakıl taşından tut, dağını, taşını, suyunu, ormanını, hayvanını, insanını, kadınını pazara sunmuşsun. Böyle bir milliyetçilik olabilir mi? Hayır, olamaz. Gerçek Türkiye yurtseverliği gereklidir. Türkmen’i de, Laz’ı da, Çerkes’i de, Kürt’ü de, Arap’ı da, Ermeni’si de, Suriyani’si de, Hristiyan’ı da, Müslümanı da kapsayan; birbirini sahiplenerek yaşayan bir Türkiye yurtsever kimliği oluşturulmalıdır.
 
Bu anlamda, halklar arasında demokratik ve özgürlük temeline dayalı bir toplumsal sözleşmenin oluşturulması şarttır. Önder Apo da manifestoda buna en çok değinenlerden biri olmuştur. Türk ve Kürt halkının ilişkisi temelde birbirini var eden bir ilişki olarak tanımlanmalıdır. Demokratik temelde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Son 200 yılda, özellikle son 10 yılda, Türk ve Kürt halkları arasındaki ilişkiler yıpratılmış ve neredeyse kopma noktasına getirilmiştir.
 
Bu ilişkinin yeniden düzenlenmesinde tutamak noktalarını belirlemek gerekir. 100 yıl öncesine dönmekten ziyade, yeni bir pozisyon ve süreç ortaya çıkmıştır. Bu konjonktürel durum, yeni bir yüzyıl ve bin yıl vizyonu bağlamında ele alındığında, stratejik ittifak hangi temel kavramlar ve argümanlar üzerinden yeniden inşa edilecektir? Bu çok önemli bir tartışmadır ve genellikle göz ardı edilmektedir.
 
Yeni kavramsallıklar oluşturulmalıdır. Önder Apo bir keresinde iddia etmiştir: ‘Türkiye’nin en büyük yurtseveri benim.’ Bu söylem 1993-94 yıllarında da defalarca tekrarlanmıştır. Peki, neden bu kavramlar Türkiye’de tartışılmasın? Türkiye yurtseverliği, gerçek Türkiye demokratlığı, özgürlük kavramı yeniden tartışılmalı ve halklar açısından yeniden tanımlanmalıdır. Bu sözleşme, anayasa ile birlikte daha farklı bir boyuta taşınabilir.
 
Anayasa, devlet boyutunu ve devlet-toplum ilişkisini tanımlama açısından önemlidir. Ancak sözleşme, bunun toplumsal örgüsünü oluşturmaktadır. Bu anlamda, demokratik anayasaya giden yol, toplumsal sözleşme, demokratik sözleşme ya da demokratik cumhuriyet üzerinden tartışılmalıdır.
 
Geçen yılın Ekim ayına kadar, Önder Apo gerçekten çok ciddi bir süreç geliştirdi. Bu süreç, uçurumun kenarından dönülmeye çalışılan bir dönemdeydi. Devlet yetkilileri bazı söylemlerde bulundular, ancak Önder Apo cevap vermeseydi süreç gelişmezdi. Bunları karşılıklı değerlendirmek gerekir.
 
Böyle bir süreçte, tam kopma noktasına gelmiş ilişkileri hem başlangıç açısından tamir etmek hem de esas olarak Türk-Kürt ilişkilerini doğru temelde yeniden örmek gerekiyor. Yeniden bir nakış, yeniden bir örgütleme olarak ele alınabilir.
 
Bu tartışmaları gündeme almak gerekir. Yoksa ‘Teröristler ne zaman silah bırakacak, nereye bırakacak, kaç kişi nereye gidecek, üst yönetimi ne olacak?’ gibi yüzeysel sorular üzerinden ilerlemek mümkün değildir. Bu sorunlar böyle ele alınamaz. Böyle yaklaşım, çok gayri ciddi ve yüzeysel olur. Eğer kasıtlıysa, çok tehlikelidir.
Bu nedenle çalışmaların, çalıştaylar, kurultaylar, atölyeler aracılığıyla yürütülmesi gerekir. İnsanların görüşleri alınmalı, en karşıt kesimler bile bir araya getirilmelidir. Akil insanlar örneğinde olduğu gibi; isimler farklı olabilir ama toplumda kanaat önderleri kadınlar, erkekler, insanlar öncülük etmelidir. Farklı kesimler bir araya gelmeli, tartışmalıdır. Çatışmalı tartışmalar bile mutlaka anlamlı bir sonuca ulaşacaktır.
 
Bu süreç, sistematik olarak yürütülmelidir. Basına yansıyan çalışmalar da sürüyor. Demokrasi Partisi, süreci kavratmak için Kürdistan’da köy ve mahalle toplantıları düzenliyor. Ana Muhalefet Partisi mitingler yapıyor. AK Parti de mitingler yapacağını duyurdu.
 
Ancak bu çalışmalar, süreci anlatmak ve halkın anlamasını sağlamak açısından yeterli midir? Özellikle genç kuşağa baktığımızda, bir kısmı bu sorundan haberdar değil. Bazı gençler ise ‘Böyle bir sorun yok, biz eşitiz, Kürtler de bizimle aynı haklara sahip’ gibi düşüncelere sahip. Yapılan çalışmalar, gençleri ikna etmede veya gerçeği kavratmada yeterli mi?
 
Özel savaş söylemleri ortadan kalkarsa, gerçekler rahatça konuşulabilirse gençlerin anlayacağını düşünüyorum. Gençler zeki ve duyarlıdır; Türkiye ve Kürdistan gençliği son dönemde bunu gösterdi. Özel savaş dili, milliyetçi ve rantçı atmosfer yaratarak dengeler oluşturdu.
 
Bu yaşam ve siyaset dengesi sona erdirilirse, süreç çok daha rahat ilerler. Karar verildiğinde, bu üslup bırakılabilir. Artık ‘Biz ezdik, bitirdik, bunlar yenildiler’ gibi klasik söylemlere gerek kalmaz.
 
Bunlara girmeden, gerçekten sürecin ilerlemesi açısından bir irade ortaya koyduk. Savaşın iradesini de gösterebilirdik; gücümüz vardı. Ancak biz bir tercih yaptık. Önder Apo da tercihini yaptı: barıştan yana oldu. Bu çok değerli ve anlamlıdır. Karar vermek önemlidir; karar verilmiştir ve bize de bu perspektifi sundu. Bu doğrultuda biz de tercihimizi yaptık. Yoksa savaştan yana olsaydık, tablo çok daha farklı olacaktı.
 
O yüzden artık ‘yenme, yenilme’ gibi klasik milliyetçi, faşist söylemlere, özel savaş dili üslubuna son verilmelidir. Son verildiğinde, herkes kendi cephesinde, kendi kitlesine gerçekleri anlatabilir. Türkiye Cumhuriyeti devleti de tarihindeki yanlışları, katliamları ve kimliklerin inkârını kabul etmelidir. Bunları kabullenmek küçüklük değil, bitmek anlamına gelmez. Tam tersine, bu yüzleşme ve öz eleştiri, devletin güçlenmesini ve toplumun rahat nefes almasını sağlar.
 
Sorun, katman katman ve ağırlaştırılmış bir yapıya sahip. Ama çözüm, basittir ve net bir yerden başlar. Herkes tartışabilir, değerlendirebilir. Çözüm yolu açıldıkça, Türkiye halkları da anlayış gösterecektir. Özel savaş dili ve zehiri pompalamayı bırakmalı. Binlerce yıldır bu halklar birlikte yaşamış, birlikte omuz omuza zorlukların üstesinden gelmiştir. Bu coğrafya bunu gerektirir.
 
Devlet ve milliyetçilik, bu zehri pompalamayı bırakmalı. Halklar, kadınlar ve özellikle gençler süreci sahiplenebilir; gelecekte çerçeveyi onlar belirleyecektir.
 
Toplumsal sorunlar birbirine bağlıdır. Kadın katliamları ve kadın sorunu da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
 
Komisyonun kadın katliamlarına bir etkisi olup olmayacağı tartışmalıdır
 
Komisyonun kurulmuş olması önemli, fakat kadın katliamlarını durduracak bir etkisi olup olmayacağı tartışmalıdır. Komisyon, daha çok özel hukuki sorunlar temelinde oluşturulmuştur. Fakat bu kadar kilit bir sorun, milliyetçilik ve savaş rantı etrafında oluşturulmuş sosyolojiden kaynaklanmaktadır. Bu sosyolojide en ağır durumu kadınlar yaşamaktadır. Çünkü milliyetçilik ve savaş rantı, egemen erkekliği kışkırtmaktadır; Önderlik bunu ‘kastik katil’ olarak tanımlar.
 
Türkiye’de kadın katliamları, kadın yoksulluğu, tecavüz ve sömürülme ciddi bir düzeye ulaşmıştır. Aile içi şiddet, aşk ve sevgi kisvesi altında yaşanan cinayetler artmıştır. Milliyetçilik ve savaş rantı, kastik katilin beslendiği ortamı yaratmaktadır. Kadın katliamlarını önlemenin yolu, bu atmosferi değiştirmektir. Kadınların barıştan yana olması, fiziki olarak yaşamlarını sürdürebilmesi, onurlu yaşayabilmesi için şarttır. Önderlik, bunun için kadınların barış fedaisi olmaları gerektiğini belirtmiştir.
 
Komisyon içinde kadın sayısının az olması (51 kişiden sadece 9 kişi) Türkiye tablosunu göstermektedir. Kadın hareketleri bu durumu tartışmalı, ancak demokratik bir Türkiye sosyolojisi yaratılırsa, kadın katliamlarının önüne geçmek mümkündür.
 
Kadınların toplumsal sözleşmesi, Önderlik tarafından 2003-2004 yıllarında perspektif olarak sunulmuştur. İstanbul Sözleşmesi de önemlidir, fakat esas olan, kadınların toplumla anlamlı bir yaşam sözleşmesini gerçekleştirebilmesidir. Özgür ve demokratik koşullarda yaşamaları sağlanmalıdır. Bu olmadığı sürece gerisi anlamlı değildir.
 
Kadınlar fiziksel olarak bile yaşayamamakta, toplumsal cinsiyetçilik içinde varlıkları sürekli tehdit altındadır. ‘Ya benimsin ya toprağın’ mantığıyla sahiplenilmekte, aşk ve mülkiyet gerekçesiyle şiddet görmektedirler. Kadın toplumsal sözleşmeden çıktığında ölümle karşı karşıya kalmaktadır.
 
Dolayısıyla, toplumu dönüştürmek ve kadınların güvenli, özgür bir yaşam sürdürebileceği bir ortam yaratmak için barış ve demokratik toplum perspektifi şarttır. Bu aynı zamanda devletin, toplumun ve bireylerin nefes almasını sağlayacaktır.
 
Devleti değiştirip dönüştürmek, anayasayı yenilemek ve yeni bir toplumsal sözleşmeyi geliştirmek; bu sözleşme içerisinde kadının onurluca yaşayabileceği, gerçek ve anlamlı aşkı deneyimleyebileceği bir toplumsallığı yaratmak bizim görevimizdir. Sahte, katleden veya tuzaklara düşüren aşk değil; onurlu ve özgür bir yaşam anlayışı temelinde aşkı, sevgiyi ve ilişkiyi yaşayabileceği bir toplumsallık yaratmak gerekiyor.
 
Bu anlamda kadın hareketleri olarak işlerimiz çok ağır ve sorumluluklarımız büyüktür. Bu sorumluluk sadece protestolar veya bazı açıklamalarla sınırlı değildir. Önemli olan, bu zihniyeti, bilinci ve örgütlenmeyi oluşturarak yaşanabilir bir toplumu inşa etmektir; anlayışı geliştirmek esastır.
 
Kadınlara yönelik şiddet ve halk katliamları halen sürmektedir
 
Suriye’de ademi merkeziyetçilik veya halkların kendi kendini demokratik biçimde yönetebilmesini sağlayacak sistemler geliştirilmelidir. 100 yıl önceki sorun bugün de devam etmektedir. Türkiye’de de temel sorun budur. Önderliğin ‘demokratik toplum’ tanımı, toplumun kendi kendini belli ölçüde yönetebileceği mekanizmaları içermektedir; devlet yönetimi olsa da, toplumun kendi yönetim alanları olmalıdır. Suriye açısından da mesele budur.
Suriye’de temel çelişki, halk yapısının çeşitliliğinden kaynaklanıyor: mezhepler, etnik kimlikler, dinler ve kadın boyutu. Kuzey ve Doğu Suriye’ye baktığımızda bir kadın devrimi, kadın örgütlülüğü ve kadın rengi görülmektedir. Ancak diğer bölgelerde Alevi ve Dürzî coğrafyalarında büyük katliamlar yaşanmıştır. Kadınlara yönelik şiddet ve halk katliamları halen sürmektedir.
 
Böyle bir ortamda QSD’ye silahlarını bırakması dayatılıyor. Bu, ‘gel, boğazını keselim’ gibi bir tehdit anlamına gelmektedir; başka bir anlamı yoktur. Ayrıca, ‘entegrasyon’ denilen şeyin mantığı yoktur; ortada bir Suriye ordusu yoktur. Mevcut olan çeşitli çete yapılanmalarıdır ve bu çeteler, kastik katilin tarif ettiği biçimde, farklı kimliklere –cinsiyet, halk ve mezhep kimliğine– keyfi saldırılar düzenlemektedir. QSD’nin silahlarını bırakıp entegre olması mantıklı değildir; ortada entegre edilecek gerçek bir ordu yoktur. Hiçbir yaşam güvencesi yok yani.
 
Bu halk, bu kadar yıldır mücadele ediyor, savaşıyor ve çok büyük değerler yarattı. On binlerce şehidi, on binlerce gazisi olan bir halktır. Kadın devrimi açısından da çok önemli değerler ortaya koyulmuştur. Bir coğrafyada toplumsal yaşam sistemi anlamında kadınlar orada özgürce nefes alıyor, yaşamlarını sürdürebiliyorlar.
 
Örneğin YPJ, silahlı bir güçtür. YPJ, bu kastik katil çete ordusuna silahlarını teslim edemez. Bu coğrafyada Arap, Ermeni, Kürt ve Süryani halkları birlikte vardır. Bu halkların adına herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Böyle bir dayatmanın mantığı yoktur.
 
Hesekê’de yapılan halklar buluşması çok anlamlıydı. Sadece Kuzeydoğu Suriye değil; Alevi, Dürzî ve Sünni halk temsilcilerinin de katıldığı bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantı, ortak tavrın ortaya konması açısından önemliydi. Bizce bu tablo, Demokratik Suriye Cumhuriyeti’nin bir yansımasıdır. Böyle bir cumhuriyet oluşursa, herkes demokratik temelde entegre olacak, katılacak; gerektiğinde savaşacak, gerektiğinde bekçi olacaktır.
 
Bu süreç, kadın devriminin ve demokratik halk devriminin korunması açısından çok değerlidir. Mücadelenin ve direnişin sürdürülmesi önemlidir, çünkü bu Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye de örnek teşkil edecektir. Karşılıklı etkileşimler bu anlamda çok önemlidir ve oluşmuş bir gerçekliktir.
 
Son olarak yapmak istediğimiz bir çağrı var: Özellikle kadınlar ve gençler, bu sürece güçlü, içten ve yaratıcı bir biçimde katılmalıdır. Ağustos ayı ve 15 Ağustos vesilesiyle, kongre sonrası alınan karar doğrultusunda daha önce çeşitli nedenlerle açıklanamayan şehitlerimizin ilanı yapılmıştır. HPG her gün şehitlerimizi açıklamakta, taziyeler ve anmalar düzenlenmektedir.
 
En son Sofî ve Koçero’nun şehadetleri de açıklanmıştır. Şehitlerimizi sahiplenmek, anmalarını güçlü bir biçimde gerçekleştirmek çok önemli ve anlamlıdır. Onların ortaya koyduğu zafer değerlerini yaşatmak, bu değerleri özgür, anlamlı ve demokratik bir kişiliğe dönüştürmek temel görevimizdir.
 
Başta gençler ve kadınlar olmak üzere herkesi, şehitlerimizi güçlü bir şekilde sahiplenmeye çağırıyorum. Bu değerleri ne kadar yaşatabilirsek, demokratik toplum örgüsünde o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkartabiliriz.”