
İranlı akademisyen: Rejime karşı birlik olunmalı
- 09:03 14 Ekim 2025
- Güncel
Derya Ren
HABER MERKEZİ - Rojhilat ve İran’da rejim tarafından uygulanan baskı politikalarına ilişkin değerlendirmelerde bulunan, Finlandiya'da araştırmacı ve öğretim görevlisi olarak görev yapan Reha Sabit Servêstanî, başta Kürt ve Beluç halkları olmak üzere farklı kesimlerden kadınların rejime karşı birlikte hareket etmesi gerektiğini vurguladı.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle birlikte güç dengeleri el değiştirirken, 13 Haziran’da İsrail-İran arasında savaş başladı. Kısa sürede bir ateşkesle sona eren bu fiziki savaşın hemen ardından Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), Rojhilat ve İran halkına örgütlenme ve öz yönetim çağrısı yaptı.
Rojhilat ve İran’da yaşanan gelişmeler, siyasi istikrarsızlık ve belirsizliği artırırken, İran rejimi Kürtler, Beluçlar başta olmak üzere farklı halklara yönelik baskılarını yoğunlaştırıyor. Güvenlik adı altında çıkarılan yasalar ve "Ulusal Savunma Konseyi"nin kurulması, baskıyı her geçen gün daha da derinleştiriyor.
Kadın çalışmaları alanında doktora yapmış olan ve Finlandiya Turku'daki İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde araştırmacı ve öğretim görevlisi olarak çalışan Reha Sabit Servêstanî, konuya ilişkin sorularımızı yanıtladı.
“Savaş sonrası İran, toplumu güvenlik stratejileriyle yeniden dizayn ediyor.”

İran İslam Cumhuriyeti ile İsrail arasındaki son savaş, yalnızca askeri ve diplomatik değil; sosyal, ekonomik ve siyasi alanlarda da krizlerin yoğunlaşmasına neden oldu. İran’da yaşayan halklar; kimyasal saldırılar, zorunlu göçler ve ölümler gibi ciddi kaygılarla karşı karşıya kalırken, buna enflasyondaki kontrolsüz artış, yapısal işsizlik, yaygın göç ve artan siyasal baskılar eşlik etti.
İran hükümeti, bu süreçte dış tehditlere karşı güvenlik odaklı ve saldırgan bir söylem benimsedi. Bu, dış krizin içeride siyasi güç üretme aracına dönüşmesi anlamına geliyor. Hükümet, İsrail tehdidini sürekli gündemde tutarak; muhalifler, sivil aktivistler ve etnik azınlıklara yönelik baskıyı meşrulaştırıyor.
“Devlet şiddeti, toprak bütünlüğü kisvesiyle meşrulaştırıldı.”
Savaş sonrası İran, istihbarat ve güvenlik stratejileriyle toplumsal düzeni yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Bu yaklaşım, farklı analiz kurumları tarafından “toprak bütünlüğünü koruma” kisvesi altında gösterilere ve halk hareketlerine yönelik baskının meşrulaştırılması olarak değerlendiriliyor.
Bu bağlamda, rejim disiplin yapılarını yeniden inşa etti. Bir yandan kamuoyunun dikkatini içsel krizlerden uzaklaştırırken, öte yandan özellikle Kürt, Beluç, Arap ve diğer halklara yönelik devlet şiddetini derinleştirdi.
“Güvenlik zafiyeti derinleşti; kadınlar şiddetin hedefi oldu.”
*Rejim söylemlerinde güvenlik odaklı bir değişim yaşandı mı?
Savaş sonrası rejimin söylemleri daha ideolojik ve kimlik odaklı hale geldi. Rejim, içteki başarısızlıkları örtmek amacıyla “Siyonist tehdit” üzerinden ulusal birlik duygusunu güçlendirmeye çalıştı. Bu süreçte İran yasama organları, şeffaf olmayan yollarla bir dizi güvenlik yasası çıkardı.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile iş birliğini askıya alan yasa da bu sürecin bir parçası. Aynı zamanda “Ulusal Savunma Konseyi” adı altında yeni bir yapı oluşturuldu. Yüzlerce tutuklama, onlarca infaz ve İsrail’le herhangi bir teması “güvenlik suçu” sayan düzenlemeler yürürlüğe girdi. Öte yandan “asılsız haber yayan” medya kuruluşlarını izlemek ve cezalandırmak için özel bir komite kuruldu. Tüm bunlar ifade özgürlüğünü ciddi biçimde sınırlayan gelişmeler olarak öne çıkıyor.
“Kadınların dışlandığı bir toplum yapısal krizden kaçamaz.”
*Rejimin kadınlara yönelik baskısı uzun vadede ne gibi sonuçlar doğurur?
Genç bir Kürt kadın olan Jina Emînî'nin ölümü, rejimin kadınlara yönelik sistematik baskılarını gözler önüne serdi. Bu olay, yalnızca bireysel bir trajedi değil; çok katmanlı bir denetim sisteminin içinde kadınlara yönelik şiddetin açık bir örneğiydi.
Kürt kadınları, kamusal alana katılımları “ayrımcılık” ya da “ulusal güvenliği baltalama” şeklinde nitelendirildiği için iki kat baskıya maruz kalıyor. Bu durum, İran’daki kadınların empati geliştirmesine ve yeni direniş biçimleri üretmesine neden oldu.
Beluç ve Bahai kadınları, hem devletin güvenlik söyleminin hem de geleneksel dinsel baskıların hedefinde. Bahai kadınları sadece toplumsal hayattan değil, aynı zamanda dini kimliklerinden dolayı kamusal alandan da dışlanıyorlar.
‘Yeni bir feminist siyaset doğuyor’
Kadınlar; sokaklardan üniversitelere, sosyal ağlardan yerel kurumlara kadar çeşitli alanlarda varlık göstererek, kamusal alanları geri alıyor. Bu mücadele; sembolik, gündelik ve kurumsal biçimlerde ifade bulan bir direnişe dönüşmüş durumda.
Sınıfsal, etnik ve dini ayrımlar hâlâ sürse de; kadınlar arası dayanışma, ortak bir şiddet deneyimi üzerinden kolektif siyasetin yeniden inşasına yol açıyor. Eğer devletin baskısı sürerse, bu durum sadece bireysel hak ihlalleriyle sınırlı kalmayacak; toplumsal güven erozyona uğrayacak, aile yapısı zayıflayacak ve radikal kültürel sapmalar artacaktır.
“PJAK’ın çağrısı kültürel direnişi tetikledi.”
*PJAK’ın demokratik özyönetim çağrısı nasıl karşılandı?
PJAK’ın çağrısı, Abdullah Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” kuramına dayanıyor. Devlet merkezli yapılara alternatif olan bu model, yerinden yönetim, toplumsal katılım ve cinsiyet eşitliği ilkelerine odaklanıyor.
Bu yaklaşım, özellikle Merîvan ve Bane gibi sınır bölgelerindeki gençler ve kadın aktivistler tarafından olumlu karşılandı. PJAK, kültürel direniş söylemini kullanarak bölgede toplumsal tabanını genişletti.
Rojhilat Kürdistan Özgür Kadınlar Topluluğu aracılığıyla feminist bir çizgi izleyen PJAK, kadınların örgütlenmesi ve günlük yaşamda eylemlilik göstermesi için alanlar yaratıyor. Ancak bu hareketin iç dinamikleri ve bölgedeki etkisi, daha derin analizlere ihtiyaç duyuyor.
“Değişim dışarıdan değil, içeriden başlar.”
*Uluslararası kurumlara ve kadın dayanışma ağlarına mesajınız nedir?
Şahsen, bu tür çağrılarda bulunacak konumda görmüyorum. Belki de hiçbir kişi ya da kurum böyle bir çağrıya gerçek anlamda layık değildir. Çünkü değişim, bir başkasından gelen emirle değil; kendi içimizde başlattığımız diyalog ve paylaşım ile mümkündür.
Eğer bizler kendi aramızda konuşmaya, öğrenmeye ve kolektif sorumluluğu paylaşmaya açık değilsek, dışardan gelecek hiçbir yardım anlamlı olmayacaktır. Değişim ancak bizimle başlarsa kalıcı olabilir.
Acıda, krizlerde, hatta başarı anlarında bile “birliktelik”, her zaman kalıcı dönüşümlerin temelidir. Bu birliktelik sadece empati değil; güven, cesaret ve dayanışma pratiğidir.